26 Kasım 2013

İYİ BİR YAŞAMIN SIRRI / Haldun SEVEL

Çünkü doğa bize, daha az ile yetinme ahlakı ve mutlu olma hakkı sunar… 

Gökova koylarının bağrında, emektar teknem Maviş’in sıcaklığında, şu kış günlerinin ıssızlığında, orada yaşadığım her gün, her gün batışı, her gün doğumu ve her gece, her mehtap, sonsuz samanyolu, yazılası bir öykü kadar güzeldir bütün bunların hepsi…

Karnım acıkır bazen gözlerim dalar, şöyle bol domatesli, patatesli bir İzmir köfte hayal ederim ve yanında daha soğumamış tap taze bir köy ekmeği, limonlu zeytinyağlı bir çoban salata… İçimin aç gözlülüğü dürtükler beni, “hadi bas marşa, yürü git bağlan marinete, fırla git Marmaris’e, ister İzmir köfteni ye, ister güzel bir İskender, yeşil salata… Cevap vermem o sese, sadece denize bakarım, attığım bayat ekmek kırıntılarını yiyen Melenur’larımı seyrederim… Sahilinde denize değen çalılar arasında onları avlayan Balıkçıl’a ve Balıkçıl’ın üstünde daireler çizen yalnız ve cesur Miho kuşuna bakarım, Buhur ağaçlarının kokusunu taşıyan rüzgâra uzanırım nefesimle… Denizin bin bir desenli renklerine imrenirim, içim gider, denizle sevişesim gelir, içimdeki ses utanır susar…

Yaşama dair beklentilerimizde, kendimizi tevazu ve alçak gönüllülüğün yerine, arzuların ve hırsların yükselişine bıraktığımızda, sürekli bir hayal kırıklığı içinde yaşamaya başlarız… Ve dolayısı ile hırslarımız ne kadar büyük ve ölçüsüz olursa tahammülsüzlük sıkıntısı da o denli büyümeye devam eder

Spinoza: “gerçek lüks, kendi hayatını keşfetmek, kendi kaderini yönetmektir… 
Gerçek lüks, doğa ile iletişim, sessizlik ve savrulmaları olmayan ağır ritimli bir yaşam ve doğanın içinde ve zamanın dışında yaşamak zevki ve istemli aylaklıktır… İşte bunlar satın alınamayacak bir dolu nadir ayrıcalıktır…

Spinoza abi denizci miydi bilmem ama çok doğru sözler söylemiş… Çünkü lüks denince, bunun aracı olarak da akla önce de sonra da para geliyor… Bence asıl mesele şu ki… Çok para sahibi olmak için kısıtlı yaşam süremizden hangi bedeli ödemeye hazırız? Eskilerin dediği gibi sahip olduklarımızın bize sahip olmasını istemiyorsak, harcamalarımızı, tutkularımızı tatmin etme olanağı verse de, harcamalarımıza hiç durmadan kaynak yaratmak, olmuyorsa borçlanmak yerine, her fırsatta doğaya koşarak, gerçek manevi tatmini hayatımızdaki aç ve üzgün ruhumuzdaki yerine koymayı tercih etmeliyiz…

İşte ben ve dostlarım bu yüzden sadece denizlerde yaşıyoruz.
Doğa bize daha az ile yetinme ahlakını sunuyor…


Lüks daireler, Lüks yatlar, çok pahalı otomobiller, vs. vs. Diğerlerinin gözlerini kamaştırmak, ya da en azından onlarla eşit düzeyde olmak için kendi seviyemizde olan insanlarla sürekli rekabet ederiz… Kazanç ve lüks konusunda daha başarılı olanlar karşısında kıskançlıktan kıvranır… Bunun yanı sıra bizim hayat seviyemizi yakalamayı başaramamış olanları da hor görürüz…

Öte yandan doğa bize daha az ile yetinme ve mutlu olma ahlakını öğretir…

Düşünür Albert Birot bu konuda tam yerine oturan bir söz söylemiş “ …hepimiz kendi gücümüzle kendi alışkanlıklarımızın katili haline gelirsek, işte o zaman gündelik hayatımız dahi bize mucizeler yaratmaya başlaya bilir!”

Peki, nedir bu alışkanlıklar? Yani çocukluğumuzdan itibaren bize çakılan alışkanlıklar… Dünyanın baronlarından Ernst von Salomon aynen şöyle demiş “ Biz halkın mutlu olması için mücadele etmiyoruz. Ona bir kaderi benimsetmek için mücadele ediyoruz”

Bin yıllar öncesine gidelim, Platon ‘Devlet’ adlı eserinde, halkı, gönlünü hoş tutmak için, tüylerinin çıktığı yöne doğru okşanması gereken koca bir hayvana benzetir… Yani insanlık tarihi boyunca değişen hiçbir şey yok, ‘otur’ komutuna itaat eden o büyük çoğunluk için.

Bu gün biliyoruz ki haz ve mutluluklarımız bize sunulan şeylerde değil, DNA sarmallarımızda kayıtlıdır… Mutlu ve haz dolu bir hayatın nasıl olması gerektiğine karar vermek bizim önümüze sunulanların ve sunanların işi değildir… Yaşam ustalarından Drieu La Rochelle bir gün bir toplantıda şöyle haykırmış “ Yalnızca aşırı uçlarda yaşamak istiyorum, ortalama olan her şey bana çığlık atma hissi veriyor, tek bir modelin çemberinden kaçmayı öğrenmeliyiz ”

İşte bu yüzden ben ve dostlarım denizler ülkesinde yaşıyoruz, orada Ernst von Salomon gibilerin sesi işitilmez…
Doğa ve deniz, daha az ile yetinme ahlakı ve bunun sonucu olarak mutlu olabilme hakkını sunar…


“Neden bebek sayılacak bir yaşta okula gitmek zorundayız? Öncelikle sessiz durmayı, dakik olmayı ve toplu itaati öğrenmek için” der Kant. Çocukluktan itibaren ruhumuza kazınan bu düzen alışkanlığı, bizi bir daha asla terk etmeyecektir… Yaramaz ve hayalci iken, uslu, itaatkâr ve düzenli hale geliriz”

Ve böylece ne olur? Evet, geleceği hayal etmek çekicidir, ama sonuçta onu gerçekleştiremeyen ve sadece hayali ile yetinen ve böylece ömürlerini tüketen itaatkârlar haline yaşarız.

Gündelik hayatı tekrar tekrar yaşamaktan kurtulmak… Kim bir an olsun böyle bir hayalle mutlu olmamıştır ki?

Andre Breton: “Şimdilik yaşamın ürkütücü ve bezdirici mutsuzluğuna ve bayağılığına karşı, terör ve savaş dışında bir çare bulunamamıştır” der… Demek ki Andre abimizin hiçbir zaman o mavi bir dünyadan haberi olmadı.

Çünkü deniz daha az ile yetinme ahlakı ve bunun sonucu olarak da mutlu olabilme hakkı sunar…
Mutluluk üzerine yazılan kitapların o kadar yavan olmasına neden olan şey, genellikle hep aynı mesajı vermeleridir… Efendim yaşadıklarınızdan memnun olun… Yok efendim sahip olduğunuz hayatı isteyin, onun kıymetini bilin… Bu kadar yavan bir bilgelik, insanı dünyadaki en güzel şeylerden mahrum yaşamaktan başka hiçbir işe yaramaz…

Her gün televizyon haberlerinde dünyadaki ve ülkemizdeki felaketleri seyretmek nedir? Etkisi nedir? Aslında başkalarının yaşadığı felaketlerden zevk almayız tabi ki, ama hangi felaketlerden kurtulduğumuzu da görerek, farkına varsak da varmasak da, kendimiz şanslı hissederiz.

İnsanın başına gelebilecek en kötü olay, en kötü şey, bile bile kendi mutluluğunu ıskalayıp geçip gitmektir… ‘Haz dolu yaşam’ denen mucizenin yaşamamız gereken bir hayat tarzında olduğuna karar verememek… Ya da cesaret edemeyerek, bir gün her şeyi beklediğiniz biçimde değiştirecek bir sürpriz, ya da mucizevi bir gelişmenin olmasını, boşu boşuna beklemektir.

Yani basit bir müsvedde gibi olan yaşamınızın tatsız ve monoton dengesinin çok geçmeden değişip, istediğiniz biçimde gelişeceğine boşu boşuna inanıp beklemek… Bu ancak şu demektir, yaşamın bize sunmaya hazır olduğu gerçek mutluluk ve hazlara karşı, dünyanın ve yaradılışın bize sunduğu zevklerinden el ayak çekerek, yaşanabilir o güzel hayatı ölüme kadar erteleme olgusudur...

Tanrıya inanıyor musunuz? Ya da Halikarnas Balıkçısı gibi yaradılışa inanıyor musunuz? O zaman size sormak isterim… Denizlerdeki, birbirinden müstesna koylardaki o cennet güzellikler niçin var? Niçin var edilmiş ya da yaratılmış? Söyler misiniz?

Denizler sadece yaradılışın bize ihsan ettiği güzellikleri sunmaz… Daha az ile yetinme ahlakı vererek insan olduğumuzu öğretir.

İşte ben ve dostlarım bunun için denizlerde yaşıyoruz… Hiçbir mabette Tanrının yarattığı güzelliklere ve dolayısı ile Tanrının kendisine bu kadar yakın olamazsınız.


Daha güzel, daha yaman bir başka tarz hayat her zaman mümkündür… Monoton bir iş ya da aile ortamında sıkıntı içindeki hangi çocuk, hangi genç, hangi ergen bir haz titremesi, bir iç çekişle bu çağrıyı hissetmemiştir ki? Hiç kimse içinde doğup büyüdüğü o bastırılmış koşullara, sosyal ortama, ailesinin hatta eşinin durağan dünyasına mahkûm değildir.

Bir çitin ardında gördüğü, muhteşem ölçüde baştan çıkarıcı güzellikte bir köylü kadınının çıldırtan cilveleri karşısında coşan ‘Pecuchet’ “insanı haz ve gerçek mutluluklarla alt üst edici dünyanın varlığı yaşandığında, yaşam adeta yaradılışın vahiyleriyle devam eder” diyor.

Bir başka yaşam analisti Lewis Carroll’un dediği gibi, “gizeme ve keşfedilmemişe, her zaman bir açık kapı bırakmak gerekir. Bu durum oluştuğunda, yaşanacak her şey, her aşk ve her haz, her heyecan, bizi rutin monotonluğun yarattığı küçülmüşlüğün sıkıcı gücünden kurtaracak, büyülü güzellikteki kıyılara, koylara taşıyacaktır.” Demek ki Lewis abimiz de denizin ve koyları muhteşem güzelliğinin farkına varmış.

Ben ve dostlarım işte bunun için artık tamamen denizde ve teknelerimizde yaşıyoruz… Ama arsızca değil… 
Çünkü deniz insana daha az ile yetinme ve mutlu olma ahlakı sunar.
Hiçliğin sonuna kadar giden insanlar olmayalım… İşte sanırım çağımızın cehennemi de budur, yavanlık yani, yavan bir hayat… İş hayatı denen o sürekli çalışma ile geçen gündelik hayatta katlanılan yüzlerce üzüntü ve gerilim ve aceleciliğin getirdiği körlük, sadece vücut yorgunluğuna değil, bizi yıpratan ağır bir sinir yorgunluğunun da içine atar… İşin kötüsü bu durumdan yalnızca dinlenerek kurtulacağımız yanılgısına düştüğümüzdür… Bu yorgunluk, aslında sadece tek düze yaşamanın getirdiği ağır bir yorgunluktur ve sadece dinlenerek geçmez, kesinlikle geçmez.

Sadece dinlenirsek, sadece alışkanlıklarımıza tutunursak, evet bu bize bir nevi emniyette olduğumuz hissi verir, hatta var oluşumuza sahte bir ritim de verir, ama ruh sağlığımızı vermez, cesaret vermez, durağanlık durağanlığı doğurur… Ve maalesef toplum dünyasının tamamında yavanlıktan kurtulmamızı sağlayabilecek şeyler, tamamen ortadan kaldırılmıştır, yani uyuşturucu televizyondan ve boyalı, ticari, siyasi basından kurtulmamız… Kalıpların dışına çıkmamanız göze gözükmeyen yasaklarla korunur.

Gerçek haz ve mutluluk kesinlikle şehir yaşamı değildir, haz ve mutluluk doğa kanunları ile insanın uyuşmasıdır, doğaya ait olduğumuz bilincini sakın terk etmeyin…

Yaşam analistlerinin mutluluk için söyledikleri an iyi tespit bence şudur… “…mutluluk olarak adlandırdığımız şey, yüksek ihtiyaç gerilimi haline gelmiş fiziki ve duygusal ihtiyaçlarımızın, ani bir tatmini ile ulaştığımız hazdır…

Evet, bence de aynen böyle… Yani mutluluk, mutsuzluğun yokluğu değildir, mutsuzluk ve üzüntü o zaman zaman hep yanımızda olabilir… Net mutluluk bizim zekâmıza, cesaretimize bağlı olan bir kabiliyetimizdir…

Ama bütün bunlara rağmen, acı bir son bekler bizi… Bu hazlar tüm ömrümüzce bizle beraber değildir, yaşımız, yaşlanmamız kendini belli etmeye başladığında, bedenimiz de bize yavaş yavaş ihanet etmeye başlar… Rahatsızlıklar her yanımızı kaplamaya ve zevklerimiz gösterdiğimiz tüm titizliğe ya da kararlılığa hiç gözümüzün yaşına bakmadan, belli bir hızla bizden uzaklaşmaya başlarlar…

İşte bu yüzden ben ve dostlarım denizde ve teknelerimizde yaşıyoruz…

Biraz acele edin.

Haldun Sevel.

11 Kasım 2013

Dünya Varmış / Ekrem İNÖZÜ

Karanın sonu, denizin başı... 

Kendi ağzından " İş hayatımın son yıllarıydı. O gece, artık unuttuğum yıldızları ve gökyüzünü yeniden keşfettim. 'Ne yapıyorum ben, istediğim ne?', diye kendime sormaya başladım. Ama büyük hızla yoluna devam eden hayat ve iş treninden inmek ya da tren değiştirmek mümkün değildi. Ülkenin o zamanki şartları dahilinde, durmak bir seçenek değildi; tüm zorluklara ve engellere rağmen insan her zaman devam etmeliydi. İşte böyle bir ortamda, kurduğumuz fabrikayı satma firsatı geçti elimize. Çok kısa bir sürede fabrikayı satıp hayallerime kavuştum.

İş yaşantımı sonlandırınca, karadan denizi değil denizden karayı seyretmeye karar verdim. Şirketimin satışından elime geçen paranın bir kısmı ile içinde rahatlıkla yaşayabileceğim, dünyanın her yerine yelken açabileceğim teknemi aldım. "


Dünya seyahatine kızının adını (Anouk) verdiği 17 metre boyundaki; 57 RS model Nautor's Swan yelkenlisi ile çıkan İnözü, yolculuğa Bodrum’dan başladı. Nisan 2004’te başlayan dünya turu 2007'de sonlandı. 

Seyahatini; "Dünya Varmış" adlı kitabında anlattı. 


"Kitabımda dünya turum süresince gördüğüm güzel yerleri, iyi insanları ve hoş deneyimleri olduğu kadar; kötü tecrübeleri, yanlış davranışları ve yer yer sefalet içindeki insanların durumlarını da sizlere aktarmaya çalıştım. Buradaki amacım, sizi özendirip aynı işi yapmanıza ön ayak olmak ve sizlerle ortak bir hayali paylaşmakla beraber, madalyonun diğer yüzünü de gözlerinizin önüne getirmekti. Hayaller olmadan yola çıkılamaz ancak şunu da belirteyim, denizci olmak için hayal kurmak yetmez. Tekne yaşamını ve zorluklarını kabul etmeniz lazım çünkü denizdeyken her an kendi kendinizi sınıyorsunuz. Gecelerin, gökyüzünün, gün batışının veya doğuşunun sihrinde kayboluyorsunuz. Sonra bir de bakıyorsunuz seyahat sona ermiş ve geride unutulmaz anılar size el sallıyor. Öyle güzel anılar ki kitabımı yazarken kullandığım her kelimede ve seçtiğim her resimde aldığım keyif, bana seyahatimi bir kere daha yaşattı. 

Sizlerle bir konuyu daha paylaşmak istiyorum: biz denizciler de balıkçılar gibiyizdir, olayları biraz şişiririz. Yakaladığımız balık 5 kilodan 10 kiloya çıkıverir, okyanus veya uzunca bir seyahatin sonunda karşılaştığımız fırtınaysa 35 knot rüzgârdan 55 knota yükseliverir. Bazen de 6 knot olan hızımıza 9,5 knot deyip kendimizi mutlu ederiz. Dalga yüksekliğiyse bambaşka bir konu: iki katlı ev boyu dalgalar vs. okuyanın veya dinleyenin dikkatini cezbetmek içindir.

Şimdi siz de bana "Ya, sen hiç mi palavra atmadın?"diye soruyorsunuzdur. Tabii ki her denizci gibi ben de attım ama neyin ne kadar doğru olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum, denizci arkadaşlarım.

Biz deniz hakkında bu kadar konuşuruz da deniz hiç mi konuşmaz, hiç mi dinlemez? 
Şarkı söylemez mi, gülüp eğlenmez mi, yeri geldiğinde de kızmaz mı? Hayatım boyunca denizle iç içe bir yaşam sürmüş oluşum, denizi dinlemeyi ve onunla konuşmayı öğrenmemi sağladı. Sanırım denizlerin benimle konuşmasının nedeninde ona duyduğum sevginin olduğu kadar, korkuyla karışık saygıdan da etkisi vardır. Siz, size saygı göstermeyen birisiyle iletişim kurabilir misiniz?

İşte bakınız, küçük bir parçasını okuyunuz… Yıllardır ruhumda taşıdığım, iç içe yaşadığım ve beni kıtadan kıtaya taşıyıp güzelliklere götüren tüm dünya denizleri bana neler anlatmışlar…

"Bizim denizimiz Akdeniz, Süveyş Kanalı'nın sonunda bizi bekliyordu. Akdeniz'e sinirli bir gününde vardık, karşı gelmedik , bizi istediği yere götürmesine izin verdik ve kendimizi Göcek yerine İsrail'de bulduk. Bu yolculukta az da olsa tecrübe kazandığımı o zaman anladım ve dümeni hemen denizin 'git' dediği yöne kırdım. Sonra biraz sakinleşti, rüzgârın yönünü değiştirdi ve evimize selametle gelip, Göcek Marina'da arkadaşlarımın ikram ettiği şampanyayı yudumladım. Bu arada, çaktırmadan bir bardak da Akdeniz'e ikram ettim.

Her yanı modern haberleşme cihazları ile donatılmış olan teknemde, en önemli mesajların denizin kendisinden geldiğini anladım. Bu modern cihazlar olmadan aynı gezileri yapanların denizle iletişimleri çok daha ilginç olmalı diye düşünüyorum.

Siz de denize kulak verin, mutlaka yolunuzu gösterecektir."


Sudan çıkmış balıklar...

Dünya turunu tamamladıktan sonra, üniversite diplomamı aldığım veya askerliğimi bitirdiğim günkü duygularıma benzeyen hisler yaşadım. Eee, gezdik geldik işte ne oldu? Keyifli bir yolculuk yapıp güzel şeyler gördük, tamam. Ya sonrası? Kocaman bir boşluk hissi...

Şimdi ne yapacağım, acaba normal hayata dönebilecek miyim? Üç yılı aşkın bir zamandır görmediğim arkadaşlarımla karşılaşmamız ne tür hisler uyandıracak? Evet, birbirimizi özledik ama şimdi dünya turumu anlatarak onların tek düze hayatlarını nasıl etkilerim? gibi onlarca düşünce beynimi kemiriyordu.

Döndükten sonra karşılaştığım insanlara, sadece soru sorulursa kısaca cevap veriyordum. Daha fazlasının ukalalık olacağını hemen hissettim. Doğrusu kimse de öyle çok soru sormadı… Ben de şimdilik normal hayata dönme işini erteledim, harıl harıl teknemi ikinci bir yolculuğa hazırlıyorum.


Bu kitabı yazdıktan sonra düşündüm de ben, normal bir insanın:

200 senede seveceği kadar sevdim,

200 senede gezebileceği kadar gezdim,

200 senede kazanabileceği kadar kazandım,

200 senede ödeyeceği kadar vergi ödedim,

200 senede edineceğinden fazla arkadaş edindim,

200 senede çalışabileceğinden fazla çalıştım.
Allah'ım, sana şükürler olsun...
Yelkenlerinizi dost rüzgârlarların doldurması dileğiyle..."


Yazı ve fotoğraflar ve seyahate ilişkin tüm detaylar için : http://www.ekreminozu.com


  • 57 RS model olan Anouk, 1998 yılında Finlandiya'da Nautor's Swan yapımı olup, sadece 7 adet üretilmiştir. 

Toplam Uzunluk : 17,88 m 
Omurga Uzunluğu : 17,88 m 

Su Hattı Uzunluğu : 13,57 m 

Genişlik : 4,85 m 

Su Çekimi : 2,7 m 

Net Ton : 24500 kg 

Gros Ton : 27.300 kg 
Safra Ağırlığı : 9230 kg 
Yakıt Kapasitesi : 1050 litre 
Su Kapasitesi : 1030 litre 
Motor : Perkins Sabre M 135 92 kW (125 SHP) 
Jeneratör Seti : Westerbeke 6K VA

    Ekrem İnözü, bir kaç yıl sonra tekrar yola çıkıyor ve  Akdeniz, Atlantik, Madeira, Yeşil Adalar, Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Şili tecrübesini yazdığı "Dünya Varmış 2" kitabında anlatıyor..

    Kendi cümleleri ile  diyor ki; " Anouk ile dünyanın ucuna yolculuk. Akdeniz, Atlantik, Madeira, Yeşil Adalar, Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Şili. Dünya denizlerinde geçen 20 yıl ve 100.000 milin öğrettikleri. 

    Teknem ile uzaklara gidip ordaki hayatları yaşamak istememin nedeni; bir şeylerden kaçmak, bir şeyleri ispatlamak ya da topluma arkamı dönüp "medeniyetten" uzak bir yaşam sürmek değil. Kendi iç dünyamı keşfetmek, sınırlarımı zorlamak, yapılmayanı yapmak gibi amaçlarım yok. Bu geziyi ve diğerlerini dünyayı görüp kendimi eğitmek için yapıyorum. Örnek olmak, kahraman ilan edilmek hiç derdim değil. 
    "EN"siz ve "İLK"siz, keyfe keder bir gezi... Dersem de inanmayın zira Ushuaia'da "EN" lezzetli muhlama bizim teknede pişti. Horn Burnu civarında Kısmet'in zulasından çıkmış "EN" lezzetli rakıyı 10 bin yıllık buzuldan kopmuş buzla biz içtik. Kuzey yarıkürede yakaladığımız balığı güney yarıkürede tekneye alan "İLK" tekne yine biziz. Pia Buzulu önünde "İLK" pastırmalı yumurtayı da biz mi yedik? Onu bilemiyorum... 

    Geziyor, değişik ülkeler, insanlar görüp o uzak ülkelerin hayatlarını yaşıyorum. Gezdiğim ülkenin insanlarına ait yaşam tarzlarıyla, ülkelerin ekonomileriyle ilgili karşılaştırmalar yapıp iyisini, kötüsünü anlamaya çalışıyorum. Farklı toplumları gözlemlemek çok öğretici bir şey. Memleketimin gözlediğim ülkelerden daha iyi olması en büyük arzum. "

03 Kasım 2013

Haldun SEVEL / Annem bir deniz kızıymış,babam ise bir yunus…

Koştum,koştum denize doğru…Kıyıya vardığım,denizime kavuştuğum o an var ya,ah anlatamam…Diz üstü çöktüm,kumsaldaki minik dalgalarla öpüştüm.Denizle sevişesim geldi,gözlerimden deniz damlaları aktı.Avuçlarıma aldığım denizi öpüp kokladım.O bir avuç deniz mavi yeşil turkuvaz çağıldadı,bana bir şeyler anlattı.
Unutmamam için denizin sesi bana anlatır,hep anlatır…
Annem bir deniz kızıymış,babam ise bir yunus…
Öyle söylüyor,böyle anlatıyor bana deniz…
Ben bir zamanlar bir yunus balığı iken,çok sevdiğim bir kız arkadaşım varmış,adı Delfin’miş.
Onunla yüzer,onunla dalar,yelkenli teknelerin peşine takılırmışız,sonra hızlanıp hızlanıp tıpkı su kuşları gibi gökyüzüne fırlar,havalara yükselir yükselir,sonra ‘güüm fooşşt’ diye denize düşermişiz.
Evet,evet hayal meyal hatırlıyorum,Delfinciğim ile öyle mutluyduk ki,ıslak bedenlerimizi denizin maviliğinde birbirine sarar sevişir gibi oyunlar oynardık.
Sonra bir gün,karanlık mehtapsız bir gecede ne olmuş biliyor musunuz? Ne olduğumu önce hiç anlayamadım.Bir Koca Reis’in ağına takıldım.Delfinciğim acılar içinde denizde kaldı,miller miller boyunca o balıkçı teknesinin peşinden geldi.Onu bir daha hiç görmedim.
Fakat Koca Reis çok iyi bir insandı.Beni evlat edindi,bana insan gibi konuşmayı öğretti,yeni elbiseler giydirdi,okula gönderdi,yıllar yılı…
Ama ben Delfinciğimi de o masmavi Arşipel’i de (Ege’nin antik çağlardaki ismi) hiç unutmadım,unutamadım.Bir insan gibi yaşamak bana çok çok zor geldi,insan olmayı hiçbir zaman sevemedim.Evlerde,sokaklarda yaşamaktan hep nefret ettim.Hep hep denizlerime o masmavi Arşipelime dönmek istedim.
Sırf bu yüzden yıllaryılı yslnız başıma deniz kenarına gitmem yasaklandı.Hele geceleri,öyle kederlenir ve ağlardım ki…
Ah bilemezsiniz,ışıl ışıl deniz geceleri bu dünyadan öyle uzaktır ki…
Bende hayallerimde yaşardım denizi…Kayığımla,evet hayallerimdeki kayığımla,süt beyaz camdan yapılmış koca bir ampul gibi parlayan dolunayın aydınlığında,yakamozların pırıltıları içinde giderdim.Denizleri ‘şırrtşıırf’ diye yırta yırta gitse kayığımın balta boş bodoslaması…
Ahh,öyle uzaklara,öyle açıklara,öyle derinlere,binlerce binlerce kulaç derinlere gitsem…
Ve orada demirlemek için denize çapamı atsam.Çapanın dibe kadar inmesi bir hafta sürse.
Birgün ve bir gün,birden koca bir delikanlı oldum.Artık “Hayır,yalnız başına denize gidemezsin” sözleri beni durduramaz oldu.Vatan hasreti öyle yakıyordu ki yüreğimi…Koştum,koştum denize doğru…
Kıyıya vardığım,denizime kavuştuğum o an var ya ah anlatamam…Diz üstü çöktüm,kumsaldaki minik dalgalarla öpüştüm.Denizle sevişesim geldi,gözlerimden deniz damlaları aktı.Avuçlarıma aldığım bir avuç denizi öpüp kokladım.O bir avuç deniz mavi yeşil turkuvaz çağıldadı,bana bir şeyler anlattı.Bana alın yazımı hatırlattı.O dayanılmaz çağrısını iliklerime kadar hissettim.Gelgelelim deniz bana yasaktı,denizde yaşamak yasaktı…Bana hep “Adam ol,çalış,çok kazan her şeye,her şeye sahip ol” diyorlardı.Çok çalışıp çok kazanırsan sevileceksin,sevgi görmek için kazanmak zorundasın!..
İyi ama benim elim kolum bağlı o zaman…Hayır,bir yerden bir yere gönderilen bir kargo paketi gibi,doğumdan ölüme gönderilmek istemiyorum,hayır…
Bütün cennetlerin rüzgarlarıyla sevişip beni koynuna çağıran denizim,benim olmalı…Bu deli denizin gümüşi ışıltılanıyla öpüşerek gelen meltem,benim olmalı…Başımı uzatıp ciğerlerime çektiğim rüzgarlarla orsa eden yelkenlerim olmalı…
Tanrım duy beni…Ölen bir dip balığı gibi renkten renge geçen o ilahi güneş batımları,benim olmalı…
Kuşu uçmaya çağıran gök,rüzgarı esmeye çağıran deniz,benim olmalı.Ben vatanımı istiyorum…Esen rüzgar kulaklarıma doğuyor.Siz rüzgarca bilir misiniz? Ben bilirim.Zor değildir öğrenmesi;bir avuç deniz suyuna hasret kaldıysanız,öğrenirsiniz,tuz kokulu ılık meltemlerin hasret türkülerini duyarsınız.”Bu ömür senin ömrün” diye esiyor rüzgarlar,”Onu karartma gel,ufuklara doğru yuvarlanan köpüklü dalgalarla oynayalım” Oysa ben,sokaklarda,evde,işte her yerde,gurbetteki bir yabancıymışım gibi,gerçek yurdum,benim vatanım olan denizlerin hasreti ile yanıyordum.
Ne ev,ne bark,ne soy,ne sop,ne iş güç…Ben hep vatanımı istedim.Milyarlarca dönüm açık engin masmavi denizlerimi istedim.
“Rahatın yerinde,ne eksiğin var? Daha ne istiyorsun?” sözleri beni deli ediyor.Ben bilinmeyen bir ülkenin yolcusuyum,o masmavi ülkenin hasreti ile yanıyorum.
Böylesi yandığım zamanlar,bakışlarım hep ufuklara kadar uzanır uzanır ve erirdi,buğulanırdı gözlerim,gözyaşlarından ufukları seçemezdim.
Öyle zamanlarda,deniz kenarındaki minik dalgalar hep ayaklarımı öperdi.Ve o iyot kokan nefesi ve sesi ile bana aşık olmuş şahane bir kadın gibi “Gel,gel” diye bana şarkılar söylerdi deniz…
-Gel,gel,gel koynuma gi,seni içime alayım,ben senin mavi gözlü,yosun saçlı,dalgalardan dudaklı sevgilin değil miyim? Gel,sana koynumda can vereceğim,sana evlatlar vereceğim,sana huzurlu bir ruh vereceğim,Tanrı’nı geri vereceğim gel…Niçin orada bir taş bir moloz yığını gibi duruyorsun? Gel…
-Görmüyor musun her gün aynı kavga,her yerde yaşanan insan kadavraları…Birbirlerine balıkçı dükkanlarında satılan o ölü balıkların donmuş ve cansız bilye gözleriyle bakıyorlar.
Hava kirliliği ile dolu gök kubbenin ağır kabusu gönülleri ezip,acımasızca yam yassı ediyor.Her tarafta yağlı çamurlar indiren pis yağmurlar…
Saygısız müdür,huysuz geçimsiz kadın,saygısız evlat,küstah insanlar,ödenecek borçlar…
Ve masumluğa karşı bağışlamaz,kapkara bir hınç masumlara aptal diyorlar.Metroya binenler,taksiye binenleri çekemiyor…
Taksiye binenler,özel otomobillerine binenleri çekemiyor.Özel otolarına binenler,o pek pahalı dört çarpı dörtlere binenleri çekemiyor!..Evet,evet,tabii ki böyle,taa çocukluğumuzda bile,evin bir köşesinde hayallerimizle oynarken bile ‘vır vır’ edip delerlerdi hülyalarımızı.
Özümün,yüreğimizin ne istediğini bulabilmemiz için vakit ve fırsat vermezler,bizi sürekli iter,kakar,dürter ve buruştururlardı.Her türlü iki yüzlülüğe,yalana dolana,başkalarına saygısızlığa ve insanları çiğnemeye alıştırırlardı.
Oysa bilemezler ki,bu kafayla yaşlanıp,hiç tanıma fırsatı bulamadığımız,yaradılışın gerçek dünyasını az buçuk tanıdığımızda,yaşlı gözlerimizin maviyi araması artık sadece,bir koskoca hüzündür.Halbuki yaradılıştaki tanrısallığın gönüller dolusu güzellikleri vardır maviliklerde.Ömrümüz boyu yaşamaya mahkum edildiğimiz o dört duvarın dışında,burada hayatımız boyunca gördüğümüz korkulu düşlerin dışında…Ne tapınaklarda,ne mabetlerde,ne yatırlarda,ne türbelerdedir o gönüller dolusu güzellikler.Bilmezler ki bütün yeryüzü,denizler,ormanlar,dağlar Yaradan’ı sevenlere ibadethane kılınmıştır.Siz evet siz bayım,evet siz bayan…Siz kimsiniz? Sokrates’in soyundan mısınız? Yoksa Sokrates’e zehir içirenlerin soyundan mı? İsa’nın yüreğini mi taşıyorsunuz? Yoksa onu çarmıha geren Farisilerin yüreğini mi? Hazreti Ali’nin insanlığını mı taşıyorsunuz? Yoksa onu ibadet ederken sırtından hançerleyenlerin mi?Ehli Beyt’in annesi Fatıma’nın mı soyundansınız? Yoksa onun karnındaki Muhsin’i tekmeleyenlerin soyundan mı?
-Yahu bu gibi şeylerle aklını niye karıştırıyorsun? Baban Koca Reis’in malı mülkü yerinde,otur oturduğun yerde.
-Hayır,kaçacağım,gideceğim,ben kör değilim.Gök ve denizin o masmavi enginliğini,sonsuzluğu ile yüreğe gönüle akan güzellik insanda çirkinlik,hainlik bırakmıyor.Ben sizler gibi olmak istemiyorum.Denizin ve rüzgarın o özgür mavilikleri yel yel,dalga dalga sevince,okşayınca beni,içimde türküler doğuyor,cennetteki melekleri hissediyorum.Bu öyle bir hissediş ki anlatması zor.Tıpkı şey gibi…Tıpkı yeni evlenen bir insanın aşık olduğu eşi ile ilk gece,yalnız baş başa kalıp birbirlerini kollarına alıp sımsıkı sarılması gibi.İşte masmavi enginler böyledir,kuşu uçmaya çağıran gök,rüzgarı esmeye çağıran deniz böyledir.
Babam Koca Reis “Çalış” diyordu. “Çalış adam ol,çok paralar kazan,insanlığın lüzumu yok,uysal bir hayvan gibi ol…Zaten hayvandın,seni ben adam ettim.”
Tabutumdan sadece 5-10 metre daha büyük olan işyerimde birkaç bin lira daha fazla kazanırsam mı adam olacaktım? Hayır,ben sadece mutlu olmak istiyorum.Beni çağıran uzakların,o gurur nuru gibi rengarenk evrenimi hiçbir zaman yaratamayacak mıydım?
Gönlüm ve aklım böyleyken,engin gecelerin milyarlarca yıldızı bana gözlerini kırparak adalar denizinin yolunu gösterirken…Ne olursa olsun,beni tutamazlar artık,hayat dümenimi alın yazıma,pruvayı enginlere,gönlümü de denizlerin mavisine fırlatacağım.Zaten yıllardır gizli gizli beni vatanıma götürecek kayığımı yapıyorum.Önce rüyalarımda sonra hayallerimde inşa ettiğim kayığımı,artık ona dokunabiliyorum.
Hayaller zamanla gerçek olabiliyor,hayaller can bulabiliyor.O son günler yaklaştığında gerçekleşmek üzere olan hayallerim heyecanla dolmaya başladı.Kayığımın civadrası,bir bıçak ustasının elinden çıkma bir sürmene falçatası gibi sivri…Pruvası karşısına çıkacak her dalgayı jilet gibi kesecek kadar keskindi.
Birden iri kanatlı kapılar açıldı.Baltabaş bodoslamalı teknem denizi görünce can bulmaya başladı.Yelkenleri esen rüzgarla tanıştı,kımıldadı,canlandı.Kendi kendine açılmaya çalıştı.Önünde,tam önünde,en saf,en duru maviden pırıl pırıl ışıldayan o sonsuz enginlik rüzgarlarla şarkılar söylemeye başladı.
Kıyıya sokulan mutlu ve munis dalgacıklar sudan dudaklarını uzatıp uzatıp teknemin omurgasını ve benim ayaklarımı öpüyorlardı.Ah,ne şuh,ne edepsiz,ne baştan çıkarıcı bir davetti bu, “Seni sürtük” diye mırıldandım denize, “Fahişem,yosmam benim,kadınım.”
Gel,maviye,ışığa,güneşe,rüzgara,denize,ufka,açıklara,yaratılmış bu muhteşem güzelin koynuna gel…Dalgaların üzerine binip otur onların sırtına.Kabaran yüreğinle fırtınaları paçavralar gibi yırt gel.Yunus balıklarının,uçan balıkların,fokların yoldaşı ol gel…Gel seni koynuma alayım,güzellik neymiş gör,sana bunu yaşatayım.Sonra,evet sonra…Hiç kimse elleri ile itmeye kıyamadı kayığımı.Bir zamanlar yunus olan tüm deniz insanları,gönül gücüyle yapılmış kayığıma göğüslerini yasladı.Onu göğüsleri yani kalpleri ile itmeye başladılar.Denize değen kayığım ıslandı.Suya değdi,suyu öptü.Su da onu öptü.Deniz onu koynuna aldı,o da denizin koynuna girdi.Birbirleri için yaratılmış bu iki can,bir daha ölüm onları ayırana dek hiç ayrılmamacasına birbirleri ile karı koca oldular.
“Sen ölümlüsün,ben ölümsüzüm,seni beğenmiyorum” demedi deniz; onu bağrına bastı,ona sımsıkı sarıldı,onu öpüp kokladı.
Tıpkı evlendikleri ilk gece,sevdalı olduğu kocasını arzuyla,şevkatle ve aşkla koynuna alan taze bir gelin gibiydi deniz.
Haldun Sevel....