Hüseyin Akbulut,Türkiye Bedensel Engelli Açıkdeniz Uzun Yol rekorunu kırdı.


30 Kasım-7Aralık 2013 arasında yapılan ve Marmaris-İsrail-Kıbrıs-Mersin etaplarından oluşan Christmas Ragetta'ya katılan Türkiye Bedensel Engelli Spor Federasyonu Yelken Branşı sporcusu olan Paralimpik yelkenci Hüseyin Akbulut, bu parkuru tamamlayarak Türkiye Bedensel Engelli Açıkdeniz Uzun Yol rekorunu kırdı.


2012 Haziran ayında ülke genelinde başlatılan Bedensel Engelli Bireylerin yelken sporu ile tanışmasını, yetenekli ve nitelikli bedensel engelli bireylerin sporcu kimliği kazandırılmasını amaçlayan Paralimpik Yelken Hedef 2016 proje sporcusu Hüseyin Akbulut; Marmaris-İsrail-Kıbrıs-Mersin etaplarında toplam 800 deniz mili yol yaptı.
Hüseyin kendi hikayesini anlatır iken aynı zamanda, bedensel engelli bireylerin evlerinden çıkarak kendi sınırlarını keşfetmelerini sağlamanın amaç olduğunu belirtiyor ..
"Sağ elimi 8 yaşım da elektrik kazası sonucu dirsek altından itibaren kaybettim. Kamuda çalışıyorum. Hep sporun içinde büyüdüm..Birçok spor dalıyla amatör olarak ilgilendim. Extrem sporlar daha çok ilgimi çekmiştir. Salon sporlarını pek sevdiğim söylenemez doğa ile iç içe olmayı ve yine doğadaki doğal zorlukları aşmaktan daha çok keyif alıyorum. Kaya tırmanışı,  koşmak,  bisiklet sürmek ve en çok keyif aldığım doğa sporu yelken. MIYC düzenlediği Marmaris yarış haftasını bitirdikten sonra hocaların hocası olarak tanınan ve benim de eğitim sponsorum olan Cumhur Gökova; Marmaris-İsrail-Kıbrıs-Mersin etabından oluşan Christmas Regatta 2013’e davet etti. Bedensel engelli yelken antrenörlüğü eğitimini için gereken deniz milleri tamamlamam için büyük bir fırsattı.Aslında bu regattanın bir rekor getireceğinden habersizdim. 

Asıl katılma amacım fırtına deneyimi yaşamak ve açık deniz tecrübesi edinmekti. Marmaris’e döndüğümde bu seyirin bir rekor olduğunu antrenörümden öğrendim. Benim içinde büyük sürpriz oldu.

Bu seyire Gökova III isimli tekneyle katıldık. 40,7 feet uzunluğunda tek direkli bir yelkenli. 
Ekip de Uzaklar II isimli yelkenliyle Horn burnunu geçerek Güney kutbuna Antartika’ya giden 4 yıl dünya denizlerine seyir yapan Sibel Karasu da vardı. Ekip de 7 kişiydik 5 kursiyer Sibel Karasu ve ben. Emekli İzmir’den beyin cerrahı doktor abimiz Melih Özalp. Turizmci ve yelken tutkunu İstanbul dan Tayfun Atakan. İngiltere de öğretim görevlisi ve maceraperest Mehmet Ağca. Rusya dan 2 kursiyerimiz Mikael ve Alex.
Bu seyirden önce Cumhur GÖKOVA nın fırtına eğitimlerine katılmıştım fakat 30 knot üzeri havada denize çıkmamıştım. Regatta öncesi denize adam düştü,gps, harita,faça yelken, ilk yardım, camadan atma, yelken küçültme, yelken tamiri eğitimlerini tamamladım. 

Seyirde her şey yolunda gitti. 2 haftada 5 fırtına geçirdik 45 knotrüzgar 5 mt boyu dalga, yoğun yağmur ve dolu yağışı altında hiçbir hasar ve yaralanma olmadan regattayı bitirdik.

Cansın; 2012 yılında bizlerin hayallerine pencere açmıştı. Ben de bizler gibi bedensel engelli bireylerin yelken sporu ile tanışmalarını , yetenekleri doğrultusunda yarışmalarını arzuluyorum. 2012 yılında başlamış olduğum yelken sporunda Türkiye Bedensel Engelliler Spor Federasyonu lisanslı sporcusu olarak 2016 yılında Brezilya da düzenlenecek olan Paralimpik (Bedensel Engelli) Oyunlarında Yelken Branşında ülkemi başarı ile temsil etmek istiyorum"..

2012 yılında doğuştan beyin felci 17 yaşındaki Cansın Yemlihaoğlu babası Hakan Yemlihaoğlu ile 12 metrelik yelkenli tekneyle 12 Mayıs da  İstanbul’dan başladığı yolculukta 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramında Samsun'a vararak; 377.35 deniz mili ile Türkiye’ de Bedensel Engelli Bireylerin yelken sporunu yapabileceğini kanıtlamıştı. 

Paralimpik Yelken Hedef 2016 Projesinin amacı; ülke genelinde bedensel engelli bireylerin yelken sporu ile tanışmasını, alınan eğitimler doğrultusunda ülke tarihinde ilki başararak Paralimpik Oyunlarında Yelken branşında temsil edecek Milli Takım’ a sporcu yetiştirmek.
Bu proje çok sayıda engelli gence hayallerini gerçekleştirmeleri için imkan sağlıyor.
 Projeden; %40 ve üzerindeki bedensel engele sahip her yaştan bireyler ücretsiz olarak yararlanabiliyor.
 www.paralimpikyelken.com 
www.gokovasailing.com
Haber Kaynak Teşekkürler.. http://www.son48saat.com

0 yorum :

İYİ BİR YAŞAMIN SIRRI / Haldun SEVEL

Çünkü doğa bize, daha az ile yetinme ahlakı ve mutlu olma hakkı sunar… 

Gökova koylarının bağrında, emektar teknem Maviş’in sıcaklığında, şu kış günlerinin ıssızlığında, orada yaşadığım her gün, her gün batışı, her gün doğumu ve her gece, her mehtap, sonsuz samanyolu, yazılası bir öykü kadar güzeldir bütün bunların hepsi…

Karnım acıkır bazen gözlerim dalar, şöyle bol domatesli, patatesli bir İzmir köfte hayal ederim ve yanında daha soğumamış tap taze bir köy ekmeği, limonlu zeytinyağlı bir çoban salata… İçimin aç gözlülüğü dürtükler beni, “hadi bas marşa, yürü git bağlan marinete, fırla git Marmaris’e, ister İzmir köfteni ye, ister güzel bir İskender, yeşil salata… Cevap vermem o sese, sadece denize bakarım, attığım bayat ekmek kırıntılarını yiyen Melenur’larımı seyrederim… Sahilinde denize değen çalılar arasında onları avlayan Balıkçıl’a ve Balıkçıl’ın üstünde daireler çizen yalnız ve cesur Miho kuşuna bakarım, Buhur ağaçlarının kokusunu taşıyan rüzgâra uzanırım nefesimle… Denizin bin bir desenli renklerine imrenirim, içim gider, denizle sevişesim gelir, içimdeki ses utanır susar…

Yaşama dair beklentilerimizde, kendimizi tevazu ve alçak gönüllülüğün yerine, arzuların ve hırsların yükselişine bıraktığımızda, sürekli bir hayal kırıklığı içinde yaşamaya başlarız… Ve dolayısı ile hırslarımız ne kadar büyük ve ölçüsüz olursa tahammülsüzlük sıkıntısı da o denli büyümeye devam eder

Spinoza: “gerçek lüks, kendi hayatını keşfetmek, kendi kaderini yönetmektir… 
Gerçek lüks, doğa ile iletişim, sessizlik ve savrulmaları olmayan ağır ritimli bir yaşam ve doğanın içinde ve zamanın dışında yaşamak zevki ve istemli aylaklıktır… İşte bunlar satın alınamayacak bir dolu nadir ayrıcalıktır…

Spinoza abi denizci miydi bilmem ama çok doğru sözler söylemiş… Çünkü lüks denince, bunun aracı olarak da akla önce de sonra da para geliyor… Bence asıl mesele şu ki… Çok para sahibi olmak için kısıtlı yaşam süremizden hangi bedeli ödemeye hazırız? Eskilerin dediği gibi sahip olduklarımızın bize sahip olmasını istemiyorsak, harcamalarımızı, tutkularımızı tatmin etme olanağı verse de, harcamalarımıza hiç durmadan kaynak yaratmak, olmuyorsa borçlanmak yerine, her fırsatta doğaya koşarak, gerçek manevi tatmini hayatımızdaki aç ve üzgün ruhumuzdaki yerine koymayı tercih etmeliyiz…

İşte ben ve dostlarım bu yüzden sadece denizlerde yaşıyoruz.
Doğa bize daha az ile yetinme ahlakını sunuyor…


Lüks daireler, Lüks yatlar, çok pahalı otomobiller, vs. vs. Diğerlerinin gözlerini kamaştırmak, ya da en azından onlarla eşit düzeyde olmak için kendi seviyemizde olan insanlarla sürekli rekabet ederiz… Kazanç ve lüks konusunda daha başarılı olanlar karşısında kıskançlıktan kıvranır… Bunun yanı sıra bizim hayat seviyemizi yakalamayı başaramamış olanları da hor görürüz…

Öte yandan doğa bize daha az ile yetinme ve mutlu olma ahlakını öğretir…

Düşünür Albert Birot bu konuda tam yerine oturan bir söz söylemiş “ …hepimiz kendi gücümüzle kendi alışkanlıklarımızın katili haline gelirsek, işte o zaman gündelik hayatımız dahi bize mucizeler yaratmaya başlaya bilir!”

Peki, nedir bu alışkanlıklar? Yani çocukluğumuzdan itibaren bize çakılan alışkanlıklar… Dünyanın baronlarından Ernst von Salomon aynen şöyle demiş “ Biz halkın mutlu olması için mücadele etmiyoruz. Ona bir kaderi benimsetmek için mücadele ediyoruz”

Bin yıllar öncesine gidelim, Platon ‘Devlet’ adlı eserinde, halkı, gönlünü hoş tutmak için, tüylerinin çıktığı yöne doğru okşanması gereken koca bir hayvana benzetir… Yani insanlık tarihi boyunca değişen hiçbir şey yok, ‘otur’ komutuna itaat eden o büyük çoğunluk için.

Bu gün biliyoruz ki haz ve mutluluklarımız bize sunulan şeylerde değil, DNA sarmallarımızda kayıtlıdır… Mutlu ve haz dolu bir hayatın nasıl olması gerektiğine karar vermek bizim önümüze sunulanların ve sunanların işi değildir… Yaşam ustalarından Drieu La Rochelle bir gün bir toplantıda şöyle haykırmış “ Yalnızca aşırı uçlarda yaşamak istiyorum, ortalama olan her şey bana çığlık atma hissi veriyor, tek bir modelin çemberinden kaçmayı öğrenmeliyiz ”

İşte bu yüzden ben ve dostlarım denizler ülkesinde yaşıyoruz, orada Ernst von Salomon gibilerin sesi işitilmez…
Doğa ve deniz, daha az ile yetinme ahlakı ve bunun sonucu olarak mutlu olabilme hakkını sunar…


“Neden bebek sayılacak bir yaşta okula gitmek zorundayız? Öncelikle sessiz durmayı, dakik olmayı ve toplu itaati öğrenmek için” der Kant. Çocukluktan itibaren ruhumuza kazınan bu düzen alışkanlığı, bizi bir daha asla terk etmeyecektir… Yaramaz ve hayalci iken, uslu, itaatkâr ve düzenli hale geliriz”

Ve böylece ne olur? Evet, geleceği hayal etmek çekicidir, ama sonuçta onu gerçekleştiremeyen ve sadece hayali ile yetinen ve böylece ömürlerini tüketen itaatkârlar haline yaşarız.

Gündelik hayatı tekrar tekrar yaşamaktan kurtulmak… Kim bir an olsun böyle bir hayalle mutlu olmamıştır ki?

Andre Breton: “Şimdilik yaşamın ürkütücü ve bezdirici mutsuzluğuna ve bayağılığına karşı, terör ve savaş dışında bir çare bulunamamıştır” der… Demek ki Andre abimizin hiçbir zaman o mavi bir dünyadan haberi olmadı.

Çünkü deniz daha az ile yetinme ahlakı ve bunun sonucu olarak da mutlu olabilme hakkı sunar…
Mutluluk üzerine yazılan kitapların o kadar yavan olmasına neden olan şey, genellikle hep aynı mesajı vermeleridir… Efendim yaşadıklarınızdan memnun olun… Yok efendim sahip olduğunuz hayatı isteyin, onun kıymetini bilin… Bu kadar yavan bir bilgelik, insanı dünyadaki en güzel şeylerden mahrum yaşamaktan başka hiçbir işe yaramaz…

Her gün televizyon haberlerinde dünyadaki ve ülkemizdeki felaketleri seyretmek nedir? Etkisi nedir? Aslında başkalarının yaşadığı felaketlerden zevk almayız tabi ki, ama hangi felaketlerden kurtulduğumuzu da görerek, farkına varsak da varmasak da, kendimiz şanslı hissederiz.

İnsanın başına gelebilecek en kötü olay, en kötü şey, bile bile kendi mutluluğunu ıskalayıp geçip gitmektir… ‘Haz dolu yaşam’ denen mucizenin yaşamamız gereken bir hayat tarzında olduğuna karar verememek… Ya da cesaret edemeyerek, bir gün her şeyi beklediğiniz biçimde değiştirecek bir sürpriz, ya da mucizevi bir gelişmenin olmasını, boşu boşuna beklemektir.

Yani basit bir müsvedde gibi olan yaşamınızın tatsız ve monoton dengesinin çok geçmeden değişip, istediğiniz biçimde gelişeceğine boşu boşuna inanıp beklemek… Bu ancak şu demektir, yaşamın bize sunmaya hazır olduğu gerçek mutluluk ve hazlara karşı, dünyanın ve yaradılışın bize sunduğu zevklerinden el ayak çekerek, yaşanabilir o güzel hayatı ölüme kadar erteleme olgusudur...

Tanrıya inanıyor musunuz? Ya da Halikarnas Balıkçısı gibi yaradılışa inanıyor musunuz? O zaman size sormak isterim… Denizlerdeki, birbirinden müstesna koylardaki o cennet güzellikler niçin var? Niçin var edilmiş ya da yaratılmış? Söyler misiniz?

Denizler sadece yaradılışın bize ihsan ettiği güzellikleri sunmaz… Daha az ile yetinme ahlakı vererek insan olduğumuzu öğretir.

İşte ben ve dostlarım bunun için denizlerde yaşıyoruz… Hiçbir mabette Tanrının yarattığı güzelliklere ve dolayısı ile Tanrının kendisine bu kadar yakın olamazsınız.


Daha güzel, daha yaman bir başka tarz hayat her zaman mümkündür… Monoton bir iş ya da aile ortamında sıkıntı içindeki hangi çocuk, hangi genç, hangi ergen bir haz titremesi, bir iç çekişle bu çağrıyı hissetmemiştir ki? Hiç kimse içinde doğup büyüdüğü o bastırılmış koşullara, sosyal ortama, ailesinin hatta eşinin durağan dünyasına mahkûm değildir.

Bir çitin ardında gördüğü, muhteşem ölçüde baştan çıkarıcı güzellikte bir köylü kadınının çıldırtan cilveleri karşısında coşan ‘Pecuchet’ “insanı haz ve gerçek mutluluklarla alt üst edici dünyanın varlığı yaşandığında, yaşam adeta yaradılışın vahiyleriyle devam eder” diyor.

Bir başka yaşam analisti Lewis Carroll’un dediği gibi, “gizeme ve keşfedilmemişe, her zaman bir açık kapı bırakmak gerekir. Bu durum oluştuğunda, yaşanacak her şey, her aşk ve her haz, her heyecan, bizi rutin monotonluğun yarattığı küçülmüşlüğün sıkıcı gücünden kurtaracak, büyülü güzellikteki kıyılara, koylara taşıyacaktır.” Demek ki Lewis abimiz de denizin ve koyları muhteşem güzelliğinin farkına varmış.

Ben ve dostlarım işte bunun için artık tamamen denizde ve teknelerimizde yaşıyoruz… Ama arsızca değil… 
Çünkü deniz insana daha az ile yetinme ve mutlu olma ahlakı sunar.
Hiçliğin sonuna kadar giden insanlar olmayalım… İşte sanırım çağımızın cehennemi de budur, yavanlık yani, yavan bir hayat… İş hayatı denen o sürekli çalışma ile geçen gündelik hayatta katlanılan yüzlerce üzüntü ve gerilim ve aceleciliğin getirdiği körlük, sadece vücut yorgunluğuna değil, bizi yıpratan ağır bir sinir yorgunluğunun da içine atar… İşin kötüsü bu durumdan yalnızca dinlenerek kurtulacağımız yanılgısına düştüğümüzdür… Bu yorgunluk, aslında sadece tek düze yaşamanın getirdiği ağır bir yorgunluktur ve sadece dinlenerek geçmez, kesinlikle geçmez.

Sadece dinlenirsek, sadece alışkanlıklarımıza tutunursak, evet bu bize bir nevi emniyette olduğumuz hissi verir, hatta var oluşumuza sahte bir ritim de verir, ama ruh sağlığımızı vermez, cesaret vermez, durağanlık durağanlığı doğurur… Ve maalesef toplum dünyasının tamamında yavanlıktan kurtulmamızı sağlayabilecek şeyler, tamamen ortadan kaldırılmıştır, yani uyuşturucu televizyondan ve boyalı, ticari, siyasi basından kurtulmamız… Kalıpların dışına çıkmamanız göze gözükmeyen yasaklarla korunur.

Gerçek haz ve mutluluk kesinlikle şehir yaşamı değildir, haz ve mutluluk doğa kanunları ile insanın uyuşmasıdır, doğaya ait olduğumuz bilincini sakın terk etmeyin…

Yaşam analistlerinin mutluluk için söyledikleri an iyi tespit bence şudur… “…mutluluk olarak adlandırdığımız şey, yüksek ihtiyaç gerilimi haline gelmiş fiziki ve duygusal ihtiyaçlarımızın, ani bir tatmini ile ulaştığımız hazdır…

Evet, bence de aynen böyle… Yani mutluluk, mutsuzluğun yokluğu değildir, mutsuzluk ve üzüntü o zaman zaman hep yanımızda olabilir… Net mutluluk bizim zekâmıza, cesaretimize bağlı olan bir kabiliyetimizdir…

Ama bütün bunlara rağmen, acı bir son bekler bizi… Bu hazlar tüm ömrümüzce bizle beraber değildir, yaşımız, yaşlanmamız kendini belli etmeye başladığında, bedenimiz de bize yavaş yavaş ihanet etmeye başlar… Rahatsızlıklar her yanımızı kaplamaya ve zevklerimiz gösterdiğimiz tüm titizliğe ya da kararlılığa hiç gözümüzün yaşına bakmadan, belli bir hızla bizden uzaklaşmaya başlarlar…

İşte bu yüzden ben ve dostlarım denizde ve teknelerimizde yaşıyoruz…

Biraz acele edin.

Haldun Sevel.

3 yorum :

Dünya Varmış / Ekrem İNÖZÜ

Karanın sonu, denizin başı... 

Kendi ağzından " İş hayatımın son yıllarıydı. O gece, artık unuttuğum yıldızları ve gökyüzünü yeniden keşfettim. 'Ne yapıyorum ben, istediğim ne?', diye kendime sormaya başladım. Ama büyük hızla yoluna devam eden hayat ve iş treninden inmek ya da tren değiştirmek mümkün değildi. Ülkenin o zamanki şartları dahilinde, durmak bir seçenek değildi; tüm zorluklara ve engellere rağmen insan her zaman devam etmeliydi. İşte böyle bir ortamda, kurduğumuz fabrikayı satma firsatı geçti elimize. Çok kısa bir sürede fabrikayı satıp hayallerime kavuştum.

İş yaşantımı sonlandırınca, karadan denizi değil denizden karayı seyretmeye karar verdim. Şirketimin satışından elime geçen paranın bir kısmı ile içinde rahatlıkla yaşayabileceğim, dünyanın her yerine yelken açabileceğim teknemi aldım. "


Dünya seyahatine kızının adını (Anouk) verdiği 17 metre boyundaki; 57 RS model Nautor's Swan yelkenlisi ile çıkan İnözü, yolculuğa Bodrum’dan başladı. Nisan 2004’te başlayan dünya turu 2007'de sonlandı. 

Seyahatini; "Dünya Varmış" adlı kitabında anlattı. 


"Kitabımda dünya turum süresince gördüğüm güzel yerleri, iyi insanları ve hoş deneyimleri olduğu kadar; kötü tecrübeleri, yanlış davranışları ve yer yer sefalet içindeki insanların durumlarını da sizlere aktarmaya çalıştım. Buradaki amacım, sizi özendirip aynı işi yapmanıza ön ayak olmak ve sizlerle ortak bir hayali paylaşmakla beraber, madalyonun diğer yüzünü de gözlerinizin önüne getirmekti. Hayaller olmadan yola çıkılamaz ancak şunu da belirteyim, denizci olmak için hayal kurmak yetmez. Tekne yaşamını ve zorluklarını kabul etmeniz lazım çünkü denizdeyken her an kendi kendinizi sınıyorsunuz. Gecelerin, gökyüzünün, gün batışının veya doğuşunun sihrinde kayboluyorsunuz. Sonra bir de bakıyorsunuz seyahat sona ermiş ve geride unutulmaz anılar size el sallıyor. Öyle güzel anılar ki kitabımı yazarken kullandığım her kelimede ve seçtiğim her resimde aldığım keyif, bana seyahatimi bir kere daha yaşattı. 

Sizlerle bir konuyu daha paylaşmak istiyorum: biz denizciler de balıkçılar gibiyizdir, olayları biraz şişiririz. Yakaladığımız balık 5 kilodan 10 kiloya çıkıverir, okyanus veya uzunca bir seyahatin sonunda karşılaştığımız fırtınaysa 35 knot rüzgârdan 55 knota yükseliverir. Bazen de 6 knot olan hızımıza 9,5 knot deyip kendimizi mutlu ederiz. Dalga yüksekliğiyse bambaşka bir konu: iki katlı ev boyu dalgalar vs. okuyanın veya dinleyenin dikkatini cezbetmek içindir.

Şimdi siz de bana "Ya, sen hiç mi palavra atmadın?"diye soruyorsunuzdur. Tabii ki her denizci gibi ben de attım ama neyin ne kadar doğru olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum, denizci arkadaşlarım.

Biz deniz hakkında bu kadar konuşuruz da deniz hiç mi konuşmaz, hiç mi dinlemez? 
Şarkı söylemez mi, gülüp eğlenmez mi, yeri geldiğinde de kızmaz mı? Hayatım boyunca denizle iç içe bir yaşam sürmüş oluşum, denizi dinlemeyi ve onunla konuşmayı öğrenmemi sağladı. Sanırım denizlerin benimle konuşmasının nedeninde ona duyduğum sevginin olduğu kadar, korkuyla karışık saygıdan da etkisi vardır. Siz, size saygı göstermeyen birisiyle iletişim kurabilir misiniz?

İşte bakınız, küçük bir parçasını okuyunuz… Yıllardır ruhumda taşıdığım, iç içe yaşadığım ve beni kıtadan kıtaya taşıyıp güzelliklere götüren tüm dünya denizleri bana neler anlatmışlar…

"Bizim denizimiz Akdeniz, Süveyş Kanalı'nın sonunda bizi bekliyordu. Akdeniz'e sinirli bir gününde vardık, karşı gelmedik , bizi istediği yere götürmesine izin verdik ve kendimizi Göcek yerine İsrail'de bulduk. Bu yolculukta az da olsa tecrübe kazandığımı o zaman anladım ve dümeni hemen denizin 'git' dediği yöne kırdım. Sonra biraz sakinleşti, rüzgârın yönünü değiştirdi ve evimize selametle gelip, Göcek Marina'da arkadaşlarımın ikram ettiği şampanyayı yudumladım. Bu arada, çaktırmadan bir bardak da Akdeniz'e ikram ettim.

Her yanı modern haberleşme cihazları ile donatılmış olan teknemde, en önemli mesajların denizin kendisinden geldiğini anladım. Bu modern cihazlar olmadan aynı gezileri yapanların denizle iletişimleri çok daha ilginç olmalı diye düşünüyorum.

Siz de denize kulak verin, mutlaka yolunuzu gösterecektir."


Sudan çıkmış balıklar...

Dünya turunu tamamladıktan sonra, üniversite diplomamı aldığım veya askerliğimi bitirdiğim günkü duygularıma benzeyen hisler yaşadım. Eee, gezdik geldik işte ne oldu? Keyifli bir yolculuk yapıp güzel şeyler gördük, tamam. Ya sonrası? Kocaman bir boşluk hissi...

Şimdi ne yapacağım, acaba normal hayata dönebilecek miyim? Üç yılı aşkın bir zamandır görmediğim arkadaşlarımla karşılaşmamız ne tür hisler uyandıracak? Evet, birbirimizi özledik ama şimdi dünya turumu anlatarak onların tek düze hayatlarını nasıl etkilerim? gibi onlarca düşünce beynimi kemiriyordu.

Döndükten sonra karşılaştığım insanlara, sadece soru sorulursa kısaca cevap veriyordum. Daha fazlasının ukalalık olacağını hemen hissettim. Doğrusu kimse de öyle çok soru sormadı… Ben de şimdilik normal hayata dönme işini erteledim, harıl harıl teknemi ikinci bir yolculuğa hazırlıyorum.


Bu kitabı yazdıktan sonra düşündüm de ben, normal bir insanın:

200 senede seveceği kadar sevdim,

200 senede gezebileceği kadar gezdim,

200 senede kazanabileceği kadar kazandım,

200 senede ödeyeceği kadar vergi ödedim,

200 senede edineceğinden fazla arkadaş edindim,

200 senede çalışabileceğinden fazla çalıştım.
Allah'ım, sana şükürler olsun...
Yelkenlerinizi dost rüzgârlarların doldurması dileğiyle..."


Yazı ve fotoğraflar ve seyahate ilişkin tüm detaylar için : http://www.ekreminozu.com


  • 57 RS model olan Anouk, 1998 yılında Finlandiya'da Nautor's Swan yapımı olup, sadece 7 adet üretilmiştir. 

Toplam Uzunluk : 17,88 m 
Omurga Uzunluğu : 17,88 m 

Su Hattı Uzunluğu : 13,57 m 

Genişlik : 4,85 m 

Su Çekimi : 2,7 m 

Net Ton : 24500 kg 

Gros Ton : 27.300 kg 
Safra Ağırlığı : 9230 kg 
Yakıt Kapasitesi : 1050 litre 
Su Kapasitesi : 1030 litre 
Motor : Perkins Sabre M 135 92 kW (125 SHP) 
Jeneratör Seti : Westerbeke 6K VA

    Ekrem İnözü, bir kaç yıl sonra tekrar yola çıkıyor ve  Akdeniz, Atlantik, Madeira, Yeşil Adalar, Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Şili tecrübesini yazdığı "Dünya Varmış 2" kitabında anlatıyor..

    Kendi cümleleri ile  diyor ki; " Anouk ile dünyanın ucuna yolculuk. Akdeniz, Atlantik, Madeira, Yeşil Adalar, Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Şili. Dünya denizlerinde geçen 20 yıl ve 100.000 milin öğrettikleri. 

    Teknem ile uzaklara gidip ordaki hayatları yaşamak istememin nedeni; bir şeylerden kaçmak, bir şeyleri ispatlamak ya da topluma arkamı dönüp "medeniyetten" uzak bir yaşam sürmek değil. Kendi iç dünyamı keşfetmek, sınırlarımı zorlamak, yapılmayanı yapmak gibi amaçlarım yok. Bu geziyi ve diğerlerini dünyayı görüp kendimi eğitmek için yapıyorum. Örnek olmak, kahraman ilan edilmek hiç derdim değil. 
    "EN"siz ve "İLK"siz, keyfe keder bir gezi... Dersem de inanmayın zira Ushuaia'da "EN" lezzetli muhlama bizim teknede pişti. Horn Burnu civarında Kısmet'in zulasından çıkmış "EN" lezzetli rakıyı 10 bin yıllık buzuldan kopmuş buzla biz içtik. Kuzey yarıkürede yakaladığımız balığı güney yarıkürede tekneye alan "İLK" tekne yine biziz. Pia Buzulu önünde "İLK" pastırmalı yumurtayı da biz mi yedik? Onu bilemiyorum... 

    Geziyor, değişik ülkeler, insanlar görüp o uzak ülkelerin hayatlarını yaşıyorum. Gezdiğim ülkenin insanlarına ait yaşam tarzlarıyla, ülkelerin ekonomileriyle ilgili karşılaştırmalar yapıp iyisini, kötüsünü anlamaya çalışıyorum. Farklı toplumları gözlemlemek çok öğretici bir şey. Memleketimin gözlediğim ülkelerden daha iyi olması en büyük arzum. "

0 yorum :

Haldun SEVEL / Annem bir deniz kızıymış,babam ise bir yunus…

Koştum,koştum denize doğru…Kıyıya vardığım,denizime kavuştuğum o an var ya,ah anlatamam…Diz üstü çöktüm,kumsaldaki minik dalgalarla öpüştüm.Denizle sevişesim geldi,gözlerimden deniz damlaları aktı.Avuçlarıma aldığım denizi öpüp kokladım.O bir avuç deniz mavi yeşil turkuvaz çağıldadı,bana bir şeyler anlattı.
Unutmamam için denizin sesi bana anlatır,hep anlatır…
Annem bir deniz kızıymış,babam ise bir yunus…
Öyle söylüyor,böyle anlatıyor bana deniz…
Ben bir zamanlar bir yunus balığı iken,çok sevdiğim bir kız arkadaşım varmış,adı Delfin’miş.
Onunla yüzer,onunla dalar,yelkenli teknelerin peşine takılırmışız,sonra hızlanıp hızlanıp tıpkı su kuşları gibi gökyüzüne fırlar,havalara yükselir yükselir,sonra ‘güüm fooşşt’ diye denize düşermişiz.
Evet,evet hayal meyal hatırlıyorum,Delfinciğim ile öyle mutluyduk ki,ıslak bedenlerimizi denizin maviliğinde birbirine sarar sevişir gibi oyunlar oynardık.
Sonra bir gün,karanlık mehtapsız bir gecede ne olmuş biliyor musunuz? Ne olduğumu önce hiç anlayamadım.Bir Koca Reis’in ağına takıldım.Delfinciğim acılar içinde denizde kaldı,miller miller boyunca o balıkçı teknesinin peşinden geldi.Onu bir daha hiç görmedim.
Fakat Koca Reis çok iyi bir insandı.Beni evlat edindi,bana insan gibi konuşmayı öğretti,yeni elbiseler giydirdi,okula gönderdi,yıllar yılı…
Ama ben Delfinciğimi de o masmavi Arşipel’i de (Ege’nin antik çağlardaki ismi) hiç unutmadım,unutamadım.Bir insan gibi yaşamak bana çok çok zor geldi,insan olmayı hiçbir zaman sevemedim.Evlerde,sokaklarda yaşamaktan hep nefret ettim.Hep hep denizlerime o masmavi Arşipelime dönmek istedim.
Sırf bu yüzden yıllaryılı yslnız başıma deniz kenarına gitmem yasaklandı.Hele geceleri,öyle kederlenir ve ağlardım ki…
Ah bilemezsiniz,ışıl ışıl deniz geceleri bu dünyadan öyle uzaktır ki…
Bende hayallerimde yaşardım denizi…Kayığımla,evet hayallerimdeki kayığımla,süt beyaz camdan yapılmış koca bir ampul gibi parlayan dolunayın aydınlığında,yakamozların pırıltıları içinde giderdim.Denizleri ‘şırrtşıırf’ diye yırta yırta gitse kayığımın balta boş bodoslaması…
Ahh,öyle uzaklara,öyle açıklara,öyle derinlere,binlerce binlerce kulaç derinlere gitsem…
Ve orada demirlemek için denize çapamı atsam.Çapanın dibe kadar inmesi bir hafta sürse.
Birgün ve bir gün,birden koca bir delikanlı oldum.Artık “Hayır,yalnız başına denize gidemezsin” sözleri beni durduramaz oldu.Vatan hasreti öyle yakıyordu ki yüreğimi…Koştum,koştum denize doğru…
Kıyıya vardığım,denizime kavuştuğum o an var ya ah anlatamam…Diz üstü çöktüm,kumsaldaki minik dalgalarla öpüştüm.Denizle sevişesim geldi,gözlerimden deniz damlaları aktı.Avuçlarıma aldığım bir avuç denizi öpüp kokladım.O bir avuç deniz mavi yeşil turkuvaz çağıldadı,bana bir şeyler anlattı.Bana alın yazımı hatırlattı.O dayanılmaz çağrısını iliklerime kadar hissettim.Gelgelelim deniz bana yasaktı,denizde yaşamak yasaktı…Bana hep “Adam ol,çalış,çok kazan her şeye,her şeye sahip ol” diyorlardı.Çok çalışıp çok kazanırsan sevileceksin,sevgi görmek için kazanmak zorundasın!..
İyi ama benim elim kolum bağlı o zaman…Hayır,bir yerden bir yere gönderilen bir kargo paketi gibi,doğumdan ölüme gönderilmek istemiyorum,hayır…
Bütün cennetlerin rüzgarlarıyla sevişip beni koynuna çağıran denizim,benim olmalı…Bu deli denizin gümüşi ışıltılanıyla öpüşerek gelen meltem,benim olmalı…Başımı uzatıp ciğerlerime çektiğim rüzgarlarla orsa eden yelkenlerim olmalı…
Tanrım duy beni…Ölen bir dip balığı gibi renkten renge geçen o ilahi güneş batımları,benim olmalı…
Kuşu uçmaya çağıran gök,rüzgarı esmeye çağıran deniz,benim olmalı.Ben vatanımı istiyorum…Esen rüzgar kulaklarıma doğuyor.Siz rüzgarca bilir misiniz? Ben bilirim.Zor değildir öğrenmesi;bir avuç deniz suyuna hasret kaldıysanız,öğrenirsiniz,tuz kokulu ılık meltemlerin hasret türkülerini duyarsınız.”Bu ömür senin ömrün” diye esiyor rüzgarlar,”Onu karartma gel,ufuklara doğru yuvarlanan köpüklü dalgalarla oynayalım” Oysa ben,sokaklarda,evde,işte her yerde,gurbetteki bir yabancıymışım gibi,gerçek yurdum,benim vatanım olan denizlerin hasreti ile yanıyordum.
Ne ev,ne bark,ne soy,ne sop,ne iş güç…Ben hep vatanımı istedim.Milyarlarca dönüm açık engin masmavi denizlerimi istedim.
“Rahatın yerinde,ne eksiğin var? Daha ne istiyorsun?” sözleri beni deli ediyor.Ben bilinmeyen bir ülkenin yolcusuyum,o masmavi ülkenin hasreti ile yanıyorum.
Böylesi yandığım zamanlar,bakışlarım hep ufuklara kadar uzanır uzanır ve erirdi,buğulanırdı gözlerim,gözyaşlarından ufukları seçemezdim.
Öyle zamanlarda,deniz kenarındaki minik dalgalar hep ayaklarımı öperdi.Ve o iyot kokan nefesi ve sesi ile bana aşık olmuş şahane bir kadın gibi “Gel,gel” diye bana şarkılar söylerdi deniz…
-Gel,gel,gel koynuma gi,seni içime alayım,ben senin mavi gözlü,yosun saçlı,dalgalardan dudaklı sevgilin değil miyim? Gel,sana koynumda can vereceğim,sana evlatlar vereceğim,sana huzurlu bir ruh vereceğim,Tanrı’nı geri vereceğim gel…Niçin orada bir taş bir moloz yığını gibi duruyorsun? Gel…
-Görmüyor musun her gün aynı kavga,her yerde yaşanan insan kadavraları…Birbirlerine balıkçı dükkanlarında satılan o ölü balıkların donmuş ve cansız bilye gözleriyle bakıyorlar.
Hava kirliliği ile dolu gök kubbenin ağır kabusu gönülleri ezip,acımasızca yam yassı ediyor.Her tarafta yağlı çamurlar indiren pis yağmurlar…
Saygısız müdür,huysuz geçimsiz kadın,saygısız evlat,küstah insanlar,ödenecek borçlar…
Ve masumluğa karşı bağışlamaz,kapkara bir hınç masumlara aptal diyorlar.Metroya binenler,taksiye binenleri çekemiyor…
Taksiye binenler,özel otomobillerine binenleri çekemiyor.Özel otolarına binenler,o pek pahalı dört çarpı dörtlere binenleri çekemiyor!..Evet,evet,tabii ki böyle,taa çocukluğumuzda bile,evin bir köşesinde hayallerimizle oynarken bile ‘vır vır’ edip delerlerdi hülyalarımızı.
Özümün,yüreğimizin ne istediğini bulabilmemiz için vakit ve fırsat vermezler,bizi sürekli iter,kakar,dürter ve buruştururlardı.Her türlü iki yüzlülüğe,yalana dolana,başkalarına saygısızlığa ve insanları çiğnemeye alıştırırlardı.
Oysa bilemezler ki,bu kafayla yaşlanıp,hiç tanıma fırsatı bulamadığımız,yaradılışın gerçek dünyasını az buçuk tanıdığımızda,yaşlı gözlerimizin maviyi araması artık sadece,bir koskoca hüzündür.Halbuki yaradılıştaki tanrısallığın gönüller dolusu güzellikleri vardır maviliklerde.Ömrümüz boyu yaşamaya mahkum edildiğimiz o dört duvarın dışında,burada hayatımız boyunca gördüğümüz korkulu düşlerin dışında…Ne tapınaklarda,ne mabetlerde,ne yatırlarda,ne türbelerdedir o gönüller dolusu güzellikler.Bilmezler ki bütün yeryüzü,denizler,ormanlar,dağlar Yaradan’ı sevenlere ibadethane kılınmıştır.Siz evet siz bayım,evet siz bayan…Siz kimsiniz? Sokrates’in soyundan mısınız? Yoksa Sokrates’e zehir içirenlerin soyundan mı? İsa’nın yüreğini mi taşıyorsunuz? Yoksa onu çarmıha geren Farisilerin yüreğini mi? Hazreti Ali’nin insanlığını mı taşıyorsunuz? Yoksa onu ibadet ederken sırtından hançerleyenlerin mi?Ehli Beyt’in annesi Fatıma’nın mı soyundansınız? Yoksa onun karnındaki Muhsin’i tekmeleyenlerin soyundan mı?
-Yahu bu gibi şeylerle aklını niye karıştırıyorsun? Baban Koca Reis’in malı mülkü yerinde,otur oturduğun yerde.
-Hayır,kaçacağım,gideceğim,ben kör değilim.Gök ve denizin o masmavi enginliğini,sonsuzluğu ile yüreğe gönüle akan güzellik insanda çirkinlik,hainlik bırakmıyor.Ben sizler gibi olmak istemiyorum.Denizin ve rüzgarın o özgür mavilikleri yel yel,dalga dalga sevince,okşayınca beni,içimde türküler doğuyor,cennetteki melekleri hissediyorum.Bu öyle bir hissediş ki anlatması zor.Tıpkı şey gibi…Tıpkı yeni evlenen bir insanın aşık olduğu eşi ile ilk gece,yalnız baş başa kalıp birbirlerini kollarına alıp sımsıkı sarılması gibi.İşte masmavi enginler böyledir,kuşu uçmaya çağıran gök,rüzgarı esmeye çağıran deniz böyledir.
Babam Koca Reis “Çalış” diyordu. “Çalış adam ol,çok paralar kazan,insanlığın lüzumu yok,uysal bir hayvan gibi ol…Zaten hayvandın,seni ben adam ettim.”
Tabutumdan sadece 5-10 metre daha büyük olan işyerimde birkaç bin lira daha fazla kazanırsam mı adam olacaktım? Hayır,ben sadece mutlu olmak istiyorum.Beni çağıran uzakların,o gurur nuru gibi rengarenk evrenimi hiçbir zaman yaratamayacak mıydım?
Gönlüm ve aklım böyleyken,engin gecelerin milyarlarca yıldızı bana gözlerini kırparak adalar denizinin yolunu gösterirken…Ne olursa olsun,beni tutamazlar artık,hayat dümenimi alın yazıma,pruvayı enginlere,gönlümü de denizlerin mavisine fırlatacağım.Zaten yıllardır gizli gizli beni vatanıma götürecek kayığımı yapıyorum.Önce rüyalarımda sonra hayallerimde inşa ettiğim kayığımı,artık ona dokunabiliyorum.
Hayaller zamanla gerçek olabiliyor,hayaller can bulabiliyor.O son günler yaklaştığında gerçekleşmek üzere olan hayallerim heyecanla dolmaya başladı.Kayığımın civadrası,bir bıçak ustasının elinden çıkma bir sürmene falçatası gibi sivri…Pruvası karşısına çıkacak her dalgayı jilet gibi kesecek kadar keskindi.
Birden iri kanatlı kapılar açıldı.Baltabaş bodoslamalı teknem denizi görünce can bulmaya başladı.Yelkenleri esen rüzgarla tanıştı,kımıldadı,canlandı.Kendi kendine açılmaya çalıştı.Önünde,tam önünde,en saf,en duru maviden pırıl pırıl ışıldayan o sonsuz enginlik rüzgarlarla şarkılar söylemeye başladı.
Kıyıya sokulan mutlu ve munis dalgacıklar sudan dudaklarını uzatıp uzatıp teknemin omurgasını ve benim ayaklarımı öpüyorlardı.Ah,ne şuh,ne edepsiz,ne baştan çıkarıcı bir davetti bu, “Seni sürtük” diye mırıldandım denize, “Fahişem,yosmam benim,kadınım.”
Gel,maviye,ışığa,güneşe,rüzgara,denize,ufka,açıklara,yaratılmış bu muhteşem güzelin koynuna gel…Dalgaların üzerine binip otur onların sırtına.Kabaran yüreğinle fırtınaları paçavralar gibi yırt gel.Yunus balıklarının,uçan balıkların,fokların yoldaşı ol gel…Gel seni koynuma alayım,güzellik neymiş gör,sana bunu yaşatayım.Sonra,evet sonra…Hiç kimse elleri ile itmeye kıyamadı kayığımı.Bir zamanlar yunus olan tüm deniz insanları,gönül gücüyle yapılmış kayığıma göğüslerini yasladı.Onu göğüsleri yani kalpleri ile itmeye başladılar.Denize değen kayığım ıslandı.Suya değdi,suyu öptü.Su da onu öptü.Deniz onu koynuna aldı,o da denizin koynuna girdi.Birbirleri için yaratılmış bu iki can,bir daha ölüm onları ayırana dek hiç ayrılmamacasına birbirleri ile karı koca oldular.
“Sen ölümlüsün,ben ölümsüzüm,seni beğenmiyorum” demedi deniz; onu bağrına bastı,ona sımsıkı sarıldı,onu öpüp kokladı.
Tıpkı evlendikleri ilk gece,sevdalı olduğu kocasını arzuyla,şevkatle ve aşkla koynuna alan taze bir gelin gibiydi deniz.
Haldun Sevel....

1 yorum :

Alim Kaptan... Açık denizlerin kaptanı...İşte yine gidiyorsun..

“Hayallere Yelken Açtım”

Alim ve Hattaya Sür çiftinin, dünya seyahatini anlattığı “Hayallere Yelken Açtım” kitabı, güzel bir üslupla yazılmış bir anı ve rehber kitap 2013 eylül'de Naviga yayınlarından çıktı.
Kitapta,Hattaya Sür’ün de nefis yemek tarifleri de yer alıyor.


Bu kitap bir hayalin nasıl gerçekleştiğinin örnek öyküsü olarak özetlenebilir... 
Daha çocuk yaşlarda iken büyük usta Sadun Boro’nun seyahatinden ilham alarak, yelkenle dünya turu hayalini yıllarca kafasında besleyip, daha sonra bir katamarana kavuşup, eşiyle birlikte hayallerini gerçekleştiren Alim Sür’ün yolculuğu dört buçuk yıl sürmüştü...

Alim Sür, Fethiyeli Türk denizci ve turizmci. Tayland doğumlu, Çinli asıllı Türk eşi Hattaya Sür ile birlikte 2003 yılında Prout 33 Quest marka katamaran teknesiyle çıktığı dört yıllık dünya turunu Haziran 2008'de tamamlamıştı. Eşi Hattaya ile evlenirken dahi dünya turuna çıkmayı şart koşan denizci, 16 Eylül 2003 günü Fethiye Ece Saray Marina’dan My Chance isimli Türk bayraklı ilk katamaran tekne ile seyahatine başlamıştı. İngiliz yapımı Prout, tek direk yelken bir katamaran olan My Chance, 9.75m. boyunda ve 4.40m. eninde bir teknedir.
Yolculuk süresinde zaman zaman fırtına mevsiminin geçmesini beklemek için teknelerini karaya çekip, bu süre içinde Türkiye'ye gelen Alim-Hattaya Sür çifti, yolculuklarını planladıkları gibi Sadun Boro'nun dünya yolculuğunun tamamlayışının yıldönümü olan 15 Haziran'da sona erdirmeyi başardılar.



Alim Sür kitabında şunları vurguluyor:

“Önemli olan uzun yolda seyir halidir... Yelkenli tekne, seyahat ederek yeni coğrafyalar keşfetmeyi seven insanlar için en iyi araçtır. Çünkü bir gezi teknesinin hızıyla dünyayı arşınlarken, yakalanan güzellikler çoğalır. En çok merak edilenlerin başında böyle bir seyahatin maliyeti gelir. Nedense tekneyle dünya turu, ‘Varlıklı insanların yapabileceği bir yolculuk!’ olarak yorumlanır. Aksine bu durum tamamen farklıdır. Bugünden geriye şöyle bir baktığımızda, dünya turu yapmış denizcilerin büyük kısmının teknelerinin çok mütevazı, bütçelerinin de kısıtlı olduğunu görürsünüz. Bunların en başında da hepimize ilham kaynağı olan ‘Pupa Yelken’in yazarı Sadun Boro gelir...”
Marmaris’ten yola çıkıp Akdeniz, Atlantik, Panama, Pasifik, Hint Okyanusu, Kızıldeniz, Akdeniz rotasında yaşadıklarını, ada ada, ülke ülke gittiği yerlerin özelliklerini hatta koordinatlarıyla birlikte demir yerlerini okuyucuyla paylaşan bu kitap, yeni gezginler için sanki yardımcı bir pilot veya rehber niteliği de taşıyor...
Alim Sür’ün kitabının arka kapağında ise büyük denizci Sadun Boro’nun bir tanıtım yazısı yer alıyor.

Alim Sür ve yeni başlayacağı yolculuğuna ilişkin 30 eylül 2013 tarihli Hürriyet gazetesinde çıkan Fatih Çekirge imzalı yazı şöyle başlıyor...

         "Bir okyanus sevdalısına güle güle demek isteyen kim varsa...

GECE yarısı bir balina çarpmıştı onlara...
Pasifik’te...Markiz Adaları’na doğru giderken...02-04 nöbetinde Hattaya vardı...Tekne bir sarsıldı. Öyle korktular ki...Sonra dev gibi bir balinanın koca kuyruğunu gördüler.
Sabaha kadar uyumadılar.
Çünkü intikamcı balinaların denizlerinden geçiyorlardı.
Alim Sür işte öyle bir kaptandır.
Dünyayı dolaştı geldi.
Son olarak Okluk Koyu’nda hayallerimizin Poseidon’u Sadun Abimizle oturmuştuk.
Açık denizleri konuşmuştuk.
Sadun Abi her zamanki gibi bana talimatlar vermişti:“Bak Çekirge, eğer bu güzelim koylara sahip çıkmazsan. Bu denizleri beton canavarlarına müteahhitlere yedirtirsen kanatlarını yolarım...”Okluk’da Kaptan Mustafa’nın yerinde güneş henüz batmıştı.
Alim Kaptan’ın gözleri uzaklara doğru dalıyordu.O zaman anlamıştım.
Yine açık denizler çağırıyordu içindeki korsanı...Biz genelde böyle gidip de gelmemek ihtimali olan açık deniz yolcuları için ayrılacağı son limandan giden denizcileri selamlayarak uğurlarız.Osman Atasoy Kaptan’a dedim ki?“Bu defa gidip uğurlamak yerine birer deniz satırı yazalım Alim ve Hattaya Kaptan için...”“Tamam” dedi Osman...Biliyorum, “Tamam” derken de içinden fırtınalar geçmişti.
Osman ve Sibel, Antarktika’ya çıkan ilk Türk denizcileridir.
Ama ondan önce, benim kalbimi denizlere açan ilk dostumdur.Ondan rica ettim.Kırmadı.
Bazı isimler verdi Alim Kaptan’a güle güle mesajı yazsınlar diye...Elbette önce Sadun Abimiz...Sonra sırasıyla, Necati Zincirkıran, Haluk Karamanoğlu, Hakan Öge, Ekrem İnözü, Tanıl Tuncel...ve ben de ekliyorum.
Meriç Köyatası ve daha hangi denizcinin gönlü varsa bir güle güle mesajı göndersin Alim ve Hattaya için...Gidip de gelmemek var.
Denizlerimizin kıymetini bilen kim varsa kısa bir mesaj, pupasından göndereceğiz Alim Kaptan’a...
 İlk mesaj Osman Atasoy’dan:
“Alim Kaptan...
Açık denizlerin kaptanı...Aynı zamanda sessizliğin ve alçakgönüllülüğün de kaptanı...İşte yine gidiyorsun.
Uzun süre duramadın bu kalabalık sularda, değil mi!Yeniden okyanuslara çıkacağın için en az senin kadar sevinçliyim.
Pruvan neta, şansın açık olsun...”

0 yorum :

TCG / TCB

Cumhuriyet Donanması 29 Ekim 1923 günü kuruldu. O tarihten itibaren Türk savaş gemileri “TCG” yani Türkiye Cumhuriyeti Gemisi unvanına kavuştu.

Aynı zamanda Donanma ve onu destekleyen tüm kara birimlerine TCB, yani Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi unvanı verildi. 

Ondan önce Osmanlı savaş gemileri Padişaha ait anlamına gelen Hümayun lakabı ile anılırdı. Örneğin Kosova Kalyonu Hümayunu gibi. Bugün emperyalizmin, yerli işbirlikçiler ile ulus devletin yani TC’nin denizlerdeki hayati çıkarlarını koruyan 40 Amirali ve 400 seçkin denizcisini yok etmeye çalıştığı şanlı Cumhuriyet Donanmasının 300 savaş gemisinin isminin önünde TCG, 36 helikopter ve 10 uçağının borda numarası önünde TCB ve 40 bin deniz erinin şapkasının alın üstüne gelen şeridinde kocaman TCB rumuzu vardır. Diğer bir deyişle TCB, Türk denizcisinin alın yazısıdır.

Ulus devletler Donanma kurabilir


TCG ve TCB, bahriyenin tüm unsurlarının bir bakıma soyadıdır. Cumhuriyet, ümmetten ulusa ve kuldan vatandaşa geçişi gerçekleştirirken, Cumhuriyetin donanmasını oluşturan savaş gemisine de TCG soyadını vermiştir. Aslında bu evrensel uygulama dünyadaki tüm ulus devlet donanmalarında uygulanır. Zira ulusal çıkarlar için oluşturulan donanmaları ancak ulus devletler yaratır ve işletebilir.Her savaş gemisi, isminden önce aidiyetini taşıdığı ulus devletin bahriye rumuzunu yani soyadını taşır. Örneğin küresel çapta, Türkiye dahil, kendi çıkarları ile uyuşmayan ulus devletleri yok etmeyi kendine vazife bilen ABD’nin savaş gemilerinin başında da, USS-United States Ship, yani Birleşik Devletler Gemisi, rumuzu vardır.

Savaş gemisine kimliğini ulus devlet verir


Bir savaş gemisinin ait olduğu ulus devletin soyadını taşıması, ona bayrağını dalgalandırdığı sürece büyük ayrıcalıklar verir. Zira savaş gemisi vatan toprağı ve aynı zamanda devletin ta kendisidir. Teknesi vatanı temsil ederken, bayrağı ve personeli de devleti temsil eder. Bu nedenle bir dünya geleneği olarak savaş gemileri milliyetine bakılmaksızın ticaret gemileri ve diğer sivil gemiler tarafından bayrak mezestre edilerek (bayrağı yarıya indirip tekrar yukarı çekerek)selamlanırlar. Savaş gemisi de bu selama aynı şekilde karşılık verir. Savaş gemisi kendi karasularının dışına çıktığı andan itibaren uluslararası hukuka tabi olur. Yani egemen bir devlet gibi hareket eder. Yabancı ülke kara ve iç suları ile limanlarında hukuk süjesi olarak diplomatik dokunulmazlıklara sahiptir. O savaş gemisine polis, jandarma giremez. Bu nedenle bir Türk savaş gemisinin komutanı devleti temsil ettiğinin bilinci ve onuru ile hareket eder. O gemi TCG soyadını ve Türk bayrağını taşıdığı sürece bir gemi komutanı ve personeli ister savaş ister kriz ister barış dönemi olsun asla teslim olmaz. Başına çuval geçirtmez. 

Bu nedenle her gemi komutanı savaş gemisini millet adına teslim alırken aşağıdaki yemini eder.
“Şahsım ve personelim adına, Türk Sancağını denizlerde şerefle dalgalandıracağıma, görevimi ifada hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağıma, gemimi ve personelimi her an harbe hazır tutmak için azami çabayı göstereceğime, Yurdumun şeref ve namusunun korunmasında görevim bulunduğunu, komuta sorumluluğumu, ulusal ve uluslararası hukuk ile bahriye geleneklerini asla unutmayacağıma, TCG Yavuz (örnek olarak verilmiştir), seni başarı ve zafere götürmek için her türlü gayreti göstereceğime Türk milleti huzurunda namusum ve şerefim üzerine ant içiyor, bayrağımı öperek seni teslim alıyorum.”


Benzer şekilde bir Tük savaş gemisi törenle denize indirilirken onu denize indiren bayan şu sözleri sarf eder:
“Türkiye Cumhuriyeti Gemisi Yavuz, seni denize indiriyorum. Vatanıma, milletime hayırlı ve uğurlu olmanı, şanlı Türk Sancağını dünya denizlerinde şerefle ve başarıyla dalgalandırmanı diliyorum. Denizlerin sakin, pruvan nete, rüzgârın kolayına, bahtın açık olsun.”

Vatan, Millet, Türk Sancağı, Şeref ve Namus


Öne çıkan terimler, vatan, millet, Türk Sancağı, şeref ve namustur. Evet, savaş gemisi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hem namusu hem de bir “micro cosmos”udur. Gemi Komutanı alt kimliği ile Çerkez, İkinci Komutanı Laz, Çarkçıbaşı Kürt olabilir. Ama o savaş gemisi Türk savaş gemisidir. Yani ulus devlet aşamasını ve bir donanma kurabilecek ulusal birlikteliği başarabilmiş, milliyetler topluluğundan ulusa terfi edebilmiş bir devletin savaş gemisidir. Bu nedenle bir ulus devletin temel yapısını bozmak için en önce donanmaları yıkılır veya yakılır. Ulus devlet emperyal çıkarlar uğruna ortadan kaldırılınca, geride kalanlar küresel egemenlerin jeopolitik tertiplerinde paralı asker ya da paralı donanma olurlar. Bakın Yugoslavya’ya. İç savaş çıktığında en önce parçalanan Donanması oldu. Bakın Irak’a. Son körfez savaşında işgal orduları ve donanmasına karşı tek bir mermi atmadan teslim oldular. Çünkü general ve amirallerinin çoğu ABD tarafından yüksek paralarla satın alınmıştı.

Türk Ordusu ve donanmasının teorisi Mustafa Kemal’dir


Emperyalizm dünyanın her yerinde kendi çıkarlarına hizmet etmeyen ulus devlet yapısını yerli işbirlikçilerle bozarken öncelikle önlerinde en büyük engel olarak gördükleri silahlı kuvvetleri çeşitli yöntemlerle etkisiz hale getirirler. Türkiye’de amiral ve generallerin parayla satın alınamayacağını bilerek bu işi,yerli hainler, isimli davalar, sahte CD ve yalancı tanıklar ile çözmeye çalışıyorlar. Ancak artık halkımız uyandı. Geri dönüşü olmayan süreç tersine işliyor. Emperyallerin ve yeri işbirlikçilerinin görmezden geldikleri bir şey var. Türk ordusu ve donanmasının teorisi Mustafa Kemal’dir. Nasıl ki o, en zor anlardan, “tamam bitti artık” denen dönüm noktalarından Türk ulusu ile birlikte aydınlığa çıkabilmiştir, bugün de aynı kader geçerlidir. Türk askeri ve denizcisinin kalbinde Atatürk, savaş gemisinin ve bahriyenin TCG ve TCB’sinde TC perçinlidir. Türk ulusu ve Türk gençliğinin kalbinde de Türk askeri ve denizcisi perçinlidir.

Sömürgeler denizde bayrak dolaştıramaz


Bir adım daha gidelim. 1969 yılından itibaren Türkiye Cumhuriyetinden dünyayı yelkenle dolaşan ilki Sadun Boro olmak üzere 12 amatör denizci çıkmıştır. Bunlardan birisi de Ekrem İnözü’dür. 2007 yılında tamamladığı dünya seyahatini anlattığı “Dünya Varmış” isimli kitabının giriş kısmında şunu söylüyor:

“Yelkenli ile dünya turu yapanlar arasında, sömürge olmuş bir milletin denizcisine rastlamadım. Denizlerde bayrak dolaştıranlar, genelde hür yaşamış ülkelerin yelkencileriydi. Bana Türk bayrağını dünya denizlerinde dalgalandırma fırsatı veren Atamıza bir kez daha teşekkürler. Nur içinde yatsın.”

Başka söze gerek var mı?


Not: değerli komutanım Tümamiral Cem Gürdeniz yazısıdır.İnşallah kısa zaman sonra özgürlüğüne kavuşur..Vural PERK 

0 yorum :

İlk yerli yelkenli tekne modeli ‘Azuree 46’ dünyaya yelken açtı.

İNAN Kıraç’ın sahibi olduğu Kıraça Grubu şirketlerinden Sirena Marine’nin ürettiği ilk yerli yelkenli tekne modeli ‘Azuree 46’ Cannes Boat Show’da düzenlenen basın toplantısıyla dünyaya tanıtıldı. Suna ve İnan Kıraç’ın kızları İpek Kıraç’ın 18 aylık CEO’luk dönemi içinde üretimi gerçekleştirilen ‘Azuree 46’ büyük beğeni topladı. Bursa, Orhangazi’deki fabrikada üretilen Azuree 46’nın basın toplantısına İpek Kıraç’la birlikte teknenin tasarımcısı Rob Humphreys de katıldı. Azuree 46’nın dünya lansmanında konuşan İpek Kıraç, “Bursa’daki fabrikamızın yüksek teknolojiyle donatılmış üretim kalitesini, uluslararası tasarım yıldızlarıyla bir araya getirerek, bugün sizlere sunduğumuz Azuree 46, hem açık denizlerde hem de tekne demirliyken üst düzey güvenlik ve konfor standartları sunan dünya çapında bir yelkenli tekne. Sirena Marine’in yeni vizyonu ve yaptığı kayda değer yatırımlarıyla uluslararası tekne ve yat üretimi sektörün önemli oyuncularından biri olduğuna güvenim tam” dedi. 

Video için tıklayınız......> http://youtu.be/2RgbdrokbBM



SIRADA İTALYA VAR

Türkiye’den uluslararası markalar yaratmak’ vizyonuyla yola çıkan İpek Kıraç yönetimindeki Sirena Marine’in Azuree 46’yı dünyaya lanse ettiği Cannes Boat Show’da yoğun ziyaretçi ilgisinin yanı sıra, uluslararası basına da teknenin Cannes’da çekilen fotoğrafları, tanıtım filmi ve kataloğu dağıtıldı. Azuree 46, 15 Eylül’de Cannes Boat Show ziyarete kapandıktan sonra, 2-6 Ekim 2013 tarihleri arasında ziyarete açılacak 53. International Genoa Boat Show’da yerini almak üzere İtalya’ya yelken açacak.

İlk seri yerli yelkenli üreticisi

KIRAÇA Grubu şirketlerinden, 2006’da faaliyete geçen Sirena Marine’in 25 bin metrekaresi kapalı alan olmak üzere toplam 155 bin metrekarelik Bursa, Orhangazi’deki fabrikasında 319’u mavi yaka olmak üzere, toplam 400 çalışanı var. Kuruluşundan bu yana 267 motoryat ve yelkenli tekne üreten Sirena Marine, Azimut- Benetti Grubu’nun çeşitli Azimut motoryat modellerinin üretiminin yanı sıra, kendi yarattığı “Azuree Serisi” ile Türkiye’nin ilk seri yelkenli tekne üreticisidir.2012 yılında İpek Kıraç’ın CEO’luk görevine atanmasıyla, yönetim reorganizasyonuyla beraber uluslararası bayi ağını da artırarak Hong Kong, Japonya, Avustralya kıyılarında da satışlar yapan Sirena Marine, “Türkiye’den uluslararası markalar yaratmak” vizyonuyla marin sektörünün güçlü oyuncusu haline geldi.


AZUREE 46’nın tasarımı Rob Humphreys tarafından gerçekleştirildi. 
Tasarımıyla benzerlerinden ayrılan Azuree 46, güvertesinde ve iç yerleşiminde ilk anda göze çarpan birçok avantaj sunuyor.Teknenin kolayca kullanılabilen yapısıyla bir arada sunulan şık ve tarz sahibi hatlar. Misafirler ve mürettebat için konforlu bir kullanım ve dinlenme alanı sağlayan geniş kokpit.Yatak haline dönüştürülebilen kokpit koltukları.Kolay idare edilebilen geniş yelken alanı.Geniş yüzme platformu ve kolaylıkla çıkarılabilen kıç dümenci koltukları 

Azuree 46’da her detay, teknede daha fazla konfor ve güvenlik sağlamak için tasarlanıyor. 
Pek çok tekne sahibi için ayırt edici bir performans sunan bir yelkenli sahibi olmak, hayat tarzının bir parçasıdır. Birçoğu için ise yelkenliyle yolculuk yapmak, güvertede rahatlamanın ve hayatın tadını çıkarmanın verdiği eşsiz zevki yaşamaktır. Demirliyken tekne yaşamını kolaylaştıran bir konforu sunması kadar, yelken açıldığında güzel dengelenen, istenenlere yanıt veren bir yat olması da tekne sahipleri için tartışmasız büyük önem taşır. Haftasonunda günübirlik yelken açmanın keyfini, ya da uzun mesafe bir yolculuğu belirlenen rotaya dahil etme macerasını yaşayabilmek; tekne sahiplerinin aradığı detayların başında gelir. Azuree 46 tüm bu koşulların hepsini başarıyla yerine getiriyor.Azuree 46’nın kokpit bölümündeki katlanabilir kokpit koltuklarının ister gün içinde güneşlenmek, ister akşam serinlikte uzanmak için kullanılacak yataklara dönüşebilmeleri, büyük bir rekabet avantajı sağlıyor. Teknenin hem demirliyken, hem de seyir halindeyken konforlu bir açık yaşam alanı sunmasının en büyük nedeni de budur. 
Ayrıca Azuree 46’nın geniş kokpiti, esnek ve adapte edilebilir kullanım kombinasyonları da sunuyor.

Dünyaca ünlü tasarımcı Rob Humphreys, Azuree 46’yı toplam 127 metrekarelik bir yelken planıyla tasarladı. Bu nedenle Azuree 46’nın ağırlık ve balast değerleri, sınıfının en üst seviyesinde balast oranı sağlıyor, bu da iyi bir yelken alanı taşıma kapasitesi ve güçlü bir performans anlamına geliyor. Azuree 46’da flok sarma sisteminin güvertenin altında olacak şekilde tasarlanması güvertenin şık ve düzenli olmasını sağlıyor.

Azuree 46, tek kişi tarafından bile kolaylıkla kullanılabilen bir tekne..

Alman ana yelken iskota sistemi ve kolay idare edilebilen flok yelkeni, çok az sayıda mürettebatla bile teknenin kolaylıkla manevra yapmasını ve hassas bir şekilde kullanımını sağlıyor.
Geniş ve ergonomik kokpit alanı, güvenlik ve konforu beraberinde getiriyor. Açılabilen yüzme platformu sayesinde, denize ve ilave güneşlenme alanına kolayca erişilebiliyor.
Tam Boy14,035 m
Su Hattı Boyu12,99 m
Maksimum Genişlik4,253 m
Su kesimi2,6 m. / 2.2 m.
Taşırma suyu10.450 kg
Ballast3.976 kg
Standard yerleşim3 kamara – 2 banyo
Motor gücü55 hp Volvo Penta
Toplam yelken alanı124.5 m2


0 yorum :

Ayfer Er, dünyayı dolaşan yedinci Türk denizci ve ikinci Türk kadını..


1993 yazı... İstanbul’da stilistlik yapan Ayfer Er, Datça’ya tatile gider... Bir akşam üzeri deniz kenarında otururken, arkadaşları koyda demirlemiş yelkenlilerle ilgili konuşmaya başlar... Teknelerden biri Er’in dikkatini çeker... Teknenin bir ‘Hallberg Rassy’ olduğunu öğrenir... İşte o merak ettiği tekne hem ona aşkın kapılarını hem de denizlerde beş yıl sürecek bir dünya turunun yolunu açar... Ayfer Er, 15 günde aşık olduğu İsveçli mühendis Göran ve bir Hallberg Rassy ile tam beş yıl sürecek dünya yolculuğuna yelken açar. 1993 yazında Datça’da başlayan seyahat 1998’de Antalya’da biter... 
Er, dünyayı dolaşan yedinci Türk denizci ve ikinci Türk kadını olarak tarihe geçer... (Birincisi Zuhal ATASOY) 

Ayfer Er'in anlatımı ile yol ve yolculuk hikayesi ;

İstanbulluyum aslında. Mesleğim stilistlik. 1993’te hem arkadaşlarımı ziyarete hem de tatile Datça’ya geldim. Bir ay kaldım. Eski eşim Göran’la tanışmamızla başladı her şey. Teknelere çok meraklıydı. Ben ise pek anlamıyordum. Bakıyor, sorular soruyorum. Her sorduğumu anlatıyor bana. İşte, “Bu, şu cins, bunun özellikleri şöyle” diye... “Nereden anlıyorsunuz?” dedim. O da, “Belirli özellikler var, oradan anlıyoruz” dedi. Çok güzel bir tekne gördüm, “Peki, şu ne?” dedim. O da, “O bir Hallberg Rassy ve teknelerin Rolss Royce’u” dedi. Sonra o tekneyle birlikte dünya seyahatine çıktık. Kaderimi işaretlemişim aslında ben hiç bilmeden onu sorarken. Ben öyle şeylere çok inanırım. Önce Simmi’ye gittik. Sonra, tanıştıktan 15 gün sonra bana, “Malta’ya kadar gidelim, geçinemezsek seni geri dönersin, ben dünya seyahatine giderim” dedi. 15-20 gün sonra İstanbul’a döndüm, Yunan vizemi aldım. 15 gün sonra yola çıktık. Malta’ya uğramadık bile. İtalya’dan geçtik, devam ettik. Gideceğimiz gece arkadaşlarım, “Adam katil midir nedir, bilmeden nasıl cesaret ediyorsun” dedi. Ben, “Boş verin, anlaşamazsak döneceğim” dedim. Gidiş o gidiş... Tamamen macera. Cebelitarık’a kadar geldik. İspanya’ya geçtik. Orada kaldık. Bir ara Türkiye’ye döndüm. Kanarya Adaları’na gittim ve oradan tekrar tekneyle devam ettik. Seyahat beş yıl sürdü. Ama bazı yerlerde mevsime göre kaldık. Örneğin oradan kasım-şubat arasında geçebiliyorsunuz. Çünkü rüzgarlar öyle. Okyanusta çok farklı esiyor rüzgarlar.Denizciliği hiç bilmeden çıktım yolculuğa. Sadece marina arkadaşlarım vardı. Yani teknelerine gidip, misafir olduğum. Onun haricinde fazla bilgim yoktu. Eşim İsveçli zaten o çok iyi biliyordu. 

Cahil cesareti derler ya... Örneğin, Atlantik’te hiç korkmadım. 

Kocaman kocaman dalgalar var orada. Ama orada işi çok iyi bilmiyordum. Bilmeyince insan korkmuyor. Pasifik’te Panama’dan Galapagos’a çıktık. Galapagos’a kadar dümdüz bir denizdi. Ama orada mide bulantım tuttu. Çünkü denizi öğrendikçe korku ortaya çıktı. Anladım ki, korkuyla mide bulanıyor. Çünkü deniz dümdüzdü. Atlantik’i geçtikten sonra bilir ve korkar oldum. Hindistan’da Koçin’den çıktık Umman’a giderken... Balina kuyruğuna çarptık. O bize çarpsaydı giderdik. Çok büyük çünkü. Denizde seyrederken, yarım saatte bir yukarı kontrole çıkıyorduk. Birden bir sarsıntıyla irkildik. “Ne oluyor” dedik ve çıkıp baktık. Sanki bir gemiye çarpmışız gibi bir sarsıntıydı. İleriden balinanın o büyük sesini duyunca anladık. Balinalar da nefes alabilmek için deniz yüzeyinde uyurlarmış. Anladık ki, ona hafifçe çarpmışız. Ondan sonra zaten Umman’a kadar uyumadık.

En çok etkilendiğim üç ülke sayabilirim. Venezüella, Avustralya ve Tayland. Tayland’a yerleşmeyi bile isterdim. Düşünün bir orman içinde orkide yetişiyor ve insanları çok sakin.



Sydney

En uzun seyir 23 gün sürdü... Galapagos’tan Markiz Adaları’na...
En korktuğum deniz Kızıldeniz... Çok korkunçtu. Rüzgar hep kuzeyden güneye esiyor. Dar bir deniz olduğu için dalgalar hep küçük küçük. Dolayısıyla siz gidiyorsunuz gidiyorsunuz ama aslında gidemiyorsunuz. Dalgalar geri atıyor. Teknemiz bozuldu. Bir arkadaşımız bizi 60 mil çekti.
Toplam 47 ülke gördük...5 yılda 60 bin dolar harcadık. 
Göran makine mühendisiydi. Mesleğiyle ilgili kitap yazmıştı. Ondan oldukça iyi bir geliri vardı. Evde yaşamak gibi değil, denizde yaşamak. Aslında her şeyi kendin yaptığın için masraf da öyle çok değil. Beş yılda 60 bin dolar harcadık. Motor var ama genelde hep yelkenle gittik. Yelkenden çok sıkıldığım zamanlar oldu. Mesela karşıda adayı görüyorsunuz, 60 mil var. Biz üç gün denizde Pasifik’in orta yerinde bekliyoruz rüzgar çıksın diye. Gece uyuyoruz kalkıyoruz, üç günde ancak 4 mil aşağıya doğru kaymışız. Çarşaf gibi okyanus. Sonra üç gün sonra bir fırtına başlıyor. İşte o zaman motoru kullanıyoruz. ‘İyi ki motoru, benzini harcamamışız’ diyoruz, çünkü o zaman çok ihtiyaç oluyor.
Tekrar gitmek istemedim. Doymuştum. 
Tekneyle gittiğin zaman bulaşık yıkıyorsun, çamaşır yıkıyorsun, yemek, ekmek yapıyorsun. Geceleri uyumuyorsun. Sürekli yelkenle ilgileniyorsun. Gençken yapılıyor bunlar. Benim için bitti deniz. Bir daha yapmaya, tekrar tekrar adrenaline ihtiyacım yok. Aslında dünyayı tekneyle dolaşan ilk Türk kadını Zuhal’le (Atasoy) düşündük, ama sonra tembellik ettik.

Döndükten 1-2 sene sonra ayrıldık. Benim çalışmam, para kazanmam lazımdı. “Gel, İstanbul’da yaşayalım” dedim, apartman hayatı onu sarmadı. Benden 13 yaş büyük. Kemer’de kaldı. 
Göran’dan sonra aşık olmadım. Tekrar evlenmedim. O sondu. Seyahat den geldiğimde 45 yaşımdaydım zaten.

Sonrasında Foça'ya yerleştim..

Meme kanseri olduktan sonra... Altı ay süren tedavim sonrasında babamı da kaybetmiştim... “Bütün dünyayı gezdim, Türkiye’yi tam gezmedim” diye düşündüm. Akdeniz’i biliyordum ama Ege’yi bilmiyordum. Moral gezisi olarak tek başıma bindim arabama. Gördüğüm her yerde durdum ve tüm Ege’yi gezdim. Ne Ayvalık’ı biliyordum ne Çanakkale’yi... Foça’ya girdim. Bayıldım... Dönüşte de yine uğradım. Kasımdı. Çok sevdim. Bu evi buldum. “Kesinlikle burada yaşamak istiyorum” dedim. Dünyayı gezdim ama Foça’ya aşık oldum, hala da aşığım. Dört sene oldu yerleşeli.Mesleğimden çok uzaklaşmadım. Resim, heykel yapıyorum. Dikiş dikerim. Elimden her iş geliyor. Hayvanları Koruma, Kitap Kulübü... Hiç boş vaktim olmuyor.

Kitap yazmayı düşündüm. Hep, “İlhamım, İlhami gelecek” dedim ama senelerdir gelmedi (!) Pek yazıcı biri değilim.


Kadın olduğum için anıttan çıkardılar
Ataköy Marina Yat Kulübü, 2001’de, “Ayfer Er Yat Yarışı Kupası” düzenledi. Bodrum Açıkdeniz Yelken Kulübü de dünyayı dolaşan denizcilerimiz adına düzenlediği yarışların bir ayağını “Ayfer Er Kupası” olarak yarıştırdı. 2005’te... Ancak, Kalamış’ta, dünyayı dolaşan denizcilere teşekkür amacıyla yapılan anıtta bana yer verilmedi. Önce ben de olacaktım. Aradılar, “Heykel dikilecek” dediler. İstedikleri şeyleri hazırlayıp gönderdim. Bir hafta kala tekrar aradılar, “Sizi koymayacağız. Çünkü eşiniz ve tekneniz Türk değil” dediler. Ben de, “Haklısınız” dedim ama aradan zaman geçip heykelde benzer durumdaki başkalarının olduğunu görünce sinirlendim. Benim tarafımda olan çok insan oldu, ben sesiz kaldım. Bir yerde haklılar, bir yerde haksızlar. Sırf kadınım diye aslında... Onlar heykelimi koysa da koymasa da ben dünyayı dolaştım. Heykellerin yıkıldığı zamanda benim heykelim yıkılmış yıkılmamış... Hiç alakasız insanlarınkilerin konulduğunu duyunca üzüldüm.




Konuya ilişkin bir haberde; Yazar ve Yelkenci Sezar Atmaca şunları belirtiyor:
AYFER ER DENİZCİLER ANITINDA UNUTULDU... 
“Duvarlarına panosunu asan Ataköy Marina’dan, adına kupa düzenleyen AMYC’den veya BAYK’tan, röportajlarının yayımlandığı veya haberlerinin çıktığı dergilerden, gazetelerden… Ayfer Er’e sahip çıkılmasını beklemek fazla iyimserlik olur. Yine de bilgi kirliliğine karşı bir şey yokmuş gibi davranmayıp hiç olmazsa Ayfer Er diye dünyayı dolaşmış bir kadın denizcimizin olduğunu hatırlatalım…”



Cantana3 ve Göran, dünyayı dolaşmaya devam ediyorlar.  http://www.cantana3.com/ 



 Hallberg-Rassy 352

Designer Christoph Rassy / Olle Enderlein
Hull length 10.54 m / 34'9"
Length waterline 8.70 m / 28' 7''
Beam 3.38 m / 11'1
Draft 1.67 m / 5'6"
Displacement 6700 kg / 14 770 Lbs
Keel weight, iron 3 tons
Sail area with jib resp. genua 56 sq.m / 65 sq.m
Engine Volvo Penta MD 2003 Turbo 32 kW / 43 hp with 2 alternators
Fresh water 300 litres / 79 US gallon
Diesel 240 litres / 63.4 US gallon
El. windlass 60 m 10 mm chain with 23 kg CQR anchor
Solar panels 2 x 55 W
Extra generator Towing / wind
Dinghy AB hard botton
Outboard Mercury 2,5 hp
Watermaker PUR 35

0 yorum :

Tekneyle yola çıkmak illa ki dünya turu yapmak değildir /Hakan ÖGE

Gençliğimde oldukça yoğun şekilde bisiklet sporuyla uğraşmıştım. O dönemde insanlara spor yaptığımı söylediğimde bana hangi kulüpte oynadığımı soruyorlardı. 
Çünkü spor denince akıllarına sadece futbol geliyordu. Bugün yelkenli bir tekneyle yola çıkma kavramı da buna benziyor biraz. Herkesin kafasında bu “dünya turu” olarak canlanıyor. 
Şimdiye dek bir kişiden bile “teknemi alıp basıp gideceğim” ya da “şurayı çok merak ediyorum, teknemle gidip bir süre oralarda vakit geçireceğim” diye bir şey duymadım. Bir “dünya turu” modası almış başını gidiyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse ben de bu modadan nasibimi aldım. Benim için de yola çıkmak, varsa yoksa dünya turu anlamına geliyordu. Fakat yolda öğrendim, değiştim. Hayatlarını denizlerde geçiren insanlarla tanıştım. 30 yıldır denizde olmasına, dünyanın bir çok yerine gitmiş olmasına rağmen dünya turu yapmamış denizciler gördüm.

Ben dünya turu yapmak için yola çıktım ve turu bitirerek geri döndüm.(Hakan Öge Mardek 2004-2007) 

Fakat bunu planladığım sürede yapabilme uğruna asıl ilgimi çeken yerlerde vakit geçirememiş, beni hiç ilgilendirmeyen yerlerde de yolumun üzerinde olduğu için mecburen gereğinden fazla zaman geçirmiş oldum.
Uzun okyanus geçişlerini sevmediğimi, kısa süreli, en fazla 1 haftalık seyirleri sevdiğimi, soğuk yerleri sıcak, tropikal adalara, dağlarla çevrili koyları kumsallara, doğanın bozulmadığı, ıssız bölgeleri her türlü servisi bulabileceğiniz turistik merkezlere tercih ettiğimi gördüm. Dünya turunu tamamlamak için yoldaydım ve zamanım kısıtlıydı. Bu yüzden yolculuk kimi zaman benim için gereksiz ızdıraplara dönüştü.
Artık ne istediğimi biliyorum. Bir daha tekneyle yola çıkarsam dünya turu amacıyla değil, hoşuma giden, beni çeken yerlerde zaman geçirmek amacıyla çıkarım.
Dünya turu düşüncesine saplanıp kalmak belki de yola hiç çıkamamanıza neden olabilir. Bir kere, dünya turunu tamamlayabilmek için zamana ihtiyacınız var. En az 2 sene ayırmanız gerekiyor. Bu süre olabilecek en hızlı tempo ve ralliler hariç kimse bu hızla dolaşmıyor.
Mantıklı olan 4-5 sene. Halbuki önceden belirlenmiş yerler ya da amaçlar çok daha kısa sürede gerçekleştirilebilir. Hedefiniz Akdeniz turu, Kızıldeniz turu ya da Atlas Okyanusu turu olabilir pekala. Ama eğer gerçekten vaktiniz ve yeterli paranız varsa ve zamanınız kısıtlı değilse dünya turuna çıkabilirsiniz elbette.
Yine tekrarlıyorum: tekneyle yola çıkmak illa ki dünya turu yapmak değildir.

Hakan Öge;
 Mardek isimli teknesiyle 2004 yılında tek başına dünya turuna çıktı. Macellan’ın geçtiği Horn Burnu’nu dolaşan ilk Türk oldu. Ancak onun hayatını masalsı yapan yalnız bu kısmı değildi. Dünya turuna çıktıktan 7 ay sonra Sophie adındaki hayat arkadaşıyla okyanusun göbeğinde tanıştı; Pasifik’in ortasında evlendi!



Mardek'in Teknik Özellikleri
Tam boy (LOA)9.6 metre 
Su hattı (LWL)8.50 metre
Genişlik 3.20 metre
Su çekimi 1.80 metre
Deplesman 3 ton 600 kilogram
Salma1ton 350 kilogram
Yelken Alanı 50 metrekare
Motor Yanmar 27 beygir
Mazot deposu 120 litre
Su deposu 200 litre
Ortalama seyir sürati 6 deniz mili
Dizayner Groupe Finot
ÜretimNotika 
TeknikMalzeme Fiberglas, epoksi


Denizhaber'e verdiği röportajda Hakan ÖGE anlatıyor..


Ordu’da doğdum. Evimiz deniz kıyısındaydı, arkamızda dağdı. Çocukluğum sokakta, doğayla içiçe geçti. Spor hayatım da bu ortamda bisikletle başladı. 15 yaşlarında halka açık bir bisiklet yarışmasında birinci oldum. O günden beri de spordan kopamadım.

Babam Ayhan Öge diş hekimiydi. Bir de Ordu’da da 2 sineması vardı. Ben de kameralara, fotoğraf makinelerine çok düşkündüm. Dağlara gider fotoğraf çekerdim. İstanbul’a yerleşince Saint Joseph Fransız Lisesi’ne gidiyordum. Okulda herkes mühendis, turizmci olmak isterdi. Bense meslek olarak babama jest olsun diye diş hekimliğini seçtim. Ama aklım sporda ve fotoğrafçılıktaydı. 
Üniversitede dağcılıkla fotoğrafçılığı birleştirdim. Çocukluğumdan beri National Geographic’i takip ediyordum. Atlas diye bir dergi kurulacağını duyunca hemen başvurdum. Benimle ve fotoğraflarıma çok ilgilendiler. Benim de diş hekimliği dışında fotoğraf ve dergicilik hayatım başlamış oldu, adeta zehirlendim!
 Yabancı dilim olduğu için yurt dışını yakından takip ediyordum. Yurt dışındaki yaşıtlarım benim gibiydi. Ama Türkiye’de elbette maceracı yönümle sivrildim. Belki de kimse olmadığı için...
 Atlas’a fotoğraf çekerken yamaç paraşütüyle uçmaya başladım. Baktım bunun bir de motorlu versiyonu var, adı paramotor. O güzel doğa görüntülerini yakalamak için helikoptere çok para dökmek gerekmiyor. Atlas’la bunu paylaştım. Bayıldılar fikre. Atlas’taki şartlar ilerleyince diş hekimliğine de ara vermek istedim. Zaten muayenehane var, istediğim zaman dönerim dedim.

Tekne çocukluk hayalimdi. Sadun Boro’dan çok etkilenmiştim. Atlas’ta çalışırken arkadaşımın tersanesinde teknemi yapmaya başladık. Ancak tekneyi suya indirince kaza geçirdim. Ayağımı kırdım. Kırık ayakla fotoğraf çekemeyince muaynehaneye döndüm. İyileşince Atlas’a destek olmasını ve dünya turu yapmak istediğimi söyledim. 
Çünkü o sırada evliliğim bitmişti. Orta yaş sendromundaydım. Tam zevk aldığım işi yapıyordum ki kaza geçirdim, zorunluluktan diş hekimliğine döndüm. Ciddi bir hayat değişikliği yapmak istiyordum. Atlas da önerimi kabul edince, destek olunca kendimden emin oldum.

Türkiye’den çıkarken bana kahraman muammelesi yapıldı. ‘Delisin’ dendi. Ama yollarda benim gibi tek birçok kişi gördüm. Meğer Türkiye’de dünya turu abartılıyormuş! 70 yaşındaki bir adam bile emekliliğinde eşiyle dünya turu yapabiliyormuş. Yalnızlık konusuna gelince... Seyir yaparken problem yok ama limanlarda yabancılık, yalnızlık çöküyor.
 Asosyalim. Gidip insanlarla kaynaşamam. Hep zamana ihtiyacım vardır. Limanlarda yalnız başına bu maceranın yapılamayacağını anlıyordum. Hep içimden ‘ileride bu işi sevdiğimle yapacağım’ diyordum. 

İlk Sophie’yle değil, ailesiyle tanıştım. Yeşil Burun Adaları’na tekneyi demirledim. Katamaranla dünyayı gezen Belçikalı Catherine ve eşiyle tanıştım. Catherine’in kardeşinin de onlara katılacağını söylediler. Tanıştıktan iki gün sonra kardeşi Sophie geldi.
Catherine 50 yaşlarında bir kadındı. ‘Kardeşi de onun yaşlarındadır’ diyordum. Catherine diş hekimi olduğumu bilmediği için ‘kardeşim de senin gibi fotoğrafçı’ diyordu. 33 yaşında çok güzel bir kız olan Sophie’yi görür görmez çok etkilendim. ‘Fıstık gibi kızmış’ dedim...Catherine Sophie’ye ‘Seni biriyle tanıştıracağım’ diyerek çıtlatmış. Sophie pek ilgilenmemiş. Catherine beni yemeğe davet edince tanıştık ve çok iyi anlaştık. Birkaç gün içinde ilişki gelişti. 10 günü birlikte geçirdik.
Ben onları bırakmak zorundaydım. Sponsor bekliyor, gezmem gerek. ‘Okyanusu geçince Martinik Adası’nda tekrar buluşalım’ dedik. Seyir halinde hep yazıştık. Onlar benden bir gün sonra yola çıktı, aramızda birkaç yüz mil var, rotamız farklı. Birlikte yol alamadık. Ama kısmet, kader... Her şey bambaşka gelişti. Bir akşam uyuyamıyorum. Okyanusta kimse yok. Bir sallantıyla uyandım. “Ben Mardek” diye anons yaptım. Meğer Sophie’lerin teknesi yanımdaymış.
Şaşırdık. “Sabah olunca ben size kahvaltıya geleyim” dedim. Ama sabah çok rüzgar vardı. “Tekneyi okyanusun ortasında bırakıp gelemem, siz bana Sophie’yi yollayın” dedim. Şişme botla, arada iple Sophie’yi bana yolladılar, kucaklaştık. 10 dakika geçti, “Onlar 2 kişi bense tek başınayım. Sophie’yi hiç bırakmak istemiyorum” dedim. Sophie “Ben de seni bırakmak istemiyorum” dedi. Ve kalış o kalış! Sophie’yle birlikte yola devam ettik.




Hemen telefon açtım. “İsterseniz projeyi hemen bitirelim” dedim. Özcan Yüksek Atlas’ın Genel Yayın Yönetmeni “Oğlum asıl haber bu; Atlas’ta kullanalım bunu” dedi. Toplam proje 2 yıldı. 3 yıla çıkardık. Biraz daha heyecanlı hale getirmek için rotayı değiştirdik. Panama Kanalı’ndan geçen ilk Türk teknesi olalım dedik. Panama’nın hava şartları kötüdür, az insan vardır. Panama Kanalı’ndan Pasifik’e geçerek heyecanlı bir rota izledik. 3 yılın 2 buçuk yılını da Sophie’yle tamamlamış olduk.
İki gün sonra hava kötüledi. 1 hafta boyunca o havayla mücadele ettik. Yelkenin bir parçası kırıldı. Çok aşığız biribirimize, atlattık. Ama o maceralı bölüme gelince daha da ağır geçti. İki ay rüzgara karşı gitmemiz gerekti. Ciddi yorucuydu. Sophie ağlama krizi geçirdi. Bıkkınlık ve yorgunluk çöktü üstüne. Ben de sorumluluk almıştım. Hem mutluyum hem de “keşke almasaydım” diyorum. O yüzden Sophie’yi son 1 ay Belçika’ya yolladım. Bir yandan da özledim. 
Ölümle burun burununa gelmeyi de Pasifik’te yaşadık. Samua’dan çıktık, 1 haftalık bir yol kat etmemiz gerekiyordu. Çok sert bir hava vardı. Kaçacağımız yer yok. Büyük dalgalarla sert havayla mücadele ettik. Hep takla atma korkusu vardı. Yelkenimiz suya girip çıkıyordu. Sophie bana “Varacak mıyız?” diye sorduğunda, “Bilmiyorum” diye yanıtladım. Çünkü hayatta kalamayız sanıyorduk.
Dua edemiyorsunuz. Yaşamak için büyük mücadeledesiniz çünkü. Ama öyle bir durumdan kurtulunca insanın kendine güveni geliyor.
 Çok enteresan. Doğanın ritmiyle yaşıyorsun bir kere. Saatlerle değil, mevsimlere göre plan yapıyorsun. Hep havadurumu takip ediliyor. Ölümle burun buruna geldiğimde de şunu hissettim. Karada yaşanan en büyük stres bile aslında doğal olmayan sıkıntılar. İflas etseniz de ucunda ölüm yok. Ama doğada hayatta kalma içgüdüsü gerçek. Orada kaybederseniz ölüyorsunuz, başka yolu yok.
Baktık tartışmasız 1 sene geçti “Evlenelim biz en iyisi bu bir işaret” dedik. Dönmeyi beklemeden, Pasifik’in ortasındaki Tuamotu Adaları’nda okyanus ortasında yüzüklerimizi geçirdik. Etrafta hiçbir şey yoktu. Kaptanın nikah kıyamaya hakkı var derler ya. Ben kaptandım, şahitlerimiz de balıklar oldu. İlginç olan okyanusta tarihle ilgilenmediğimiz için hatırlamıyoruz. 21 Haziran civarıydı diyoruz. Gerçek nikahı ise dönünce Belçika’da yaptık.İnsanlara dışarıdan bakıyormuşum gibi hissettik. Panik, korku herkeste var. Vapur kaçırılıyor insanlar stres yapıyorlar, biz anlam veremiyorduk. Düşünsenize 3 yıl insanlarla kontağımız kopmuş neredeyse. İnsanlar birbirine yalan söylüyor, şaşırdık. Sonra nereye gideceğimize karar veremedik. Türkiye’de herkesin yaşadığı problemler bizim de başımıza geldi. Bir süre hep trafikten kaçmak için bisiklete bindik, daha yeni araba aldık.




Dünya turunu tamamlayınca birçok kişi çektiği ızdırabı unutur. Okyanus geçmek öyle kolay değildir, çok sevmek ve kafayı takmak gerekir. Yazılan kitaplar insanları teşvik ediyor. Yaşadıkları zorlukları insanlar herhalde unutuyorlar ve yazmıyorlar. Biz döndükten sonra ‘Macellan’ın izinde Mardek’in Seyir Defteri’ ve ‘Duygulara Akmak, Mardek´in Dünya Turu’ diye iki kitap yazdık. Kitapların yarısı çok güzel şeyden bahsediyor, yarısıda çektiğimiz ızdıraptan. “Gerçekler budur” diyoruz!

SOPHİE : ‘TÜRKİYE’YE ALIŞMAKTA ÇOK ZORLANDIM...’

Belçika’nın Anvers şehrinde doğdum. Bir fotoğraf ajansı için yarı zamanlı fotoğrafçılık yapıyordum. Zaten hiçbir yere kendimi bağlayamıyordum. Öyle ki, iş yaptığım yerle kontratım bile yoktu. Hep, “bir gün bir şey olacak ve hayatım değişecek” diyordum. Ablam Catherine’in eşi beni yanlarına çağırınca, gitmek istedim. Giderken içimi tarifi imkansız bir heyecan kapladı. Belliydi, bir şey olacaktı, ve benim hayatım kökten değişecekti.
Hakan’la kalmaya karar verdiğim gün patronumu aradım. Kontratım olmamasına rağmen bir daha gelemeyeceğimi söyledim. Doğduğumdan beri bu macerayı beklediğimi anladım. Hakan’la karşılaşacağım varmış.
Çook çook zordu! Özellikle ilk altı ay, dil bilmiyordum, çok zorlandım. Şehir içinde trafiğin olduğu, kornaların duyulduğu, tren sesinin geldiği bir semtte yaşıyorduk. Arada bir parkalara gidiyorduk. Ama yine şehrin kaosuna geri dönüyorduk. 8 ev değiştirdik, ama sessiz sakin hiçbir yer bulamadık. Bu arada kursa gittim Türkçe öğrendim. Sonunda Heybeli Ada’daki bu Rum evini bulunca huzuru buldum.
Hakan’la mutluydum. Ama beni okyanus tuttu. Hem de 2 ay boyunca, felaketti. Hep uyudum ve hiçbir şey yapmak istemedim. Sanki komaya girmiştim. Sonrasında Belçika’ya gittim zaten.
Ailem Hakan’ı başta “Serserinin teki, kızı aşık etti kendine” diye düşündüler. Ama Hakan’ı tanıyınca çok sevdiler.
Bize göre aynı dindeniz. Çünkü hayatı aynı şekilde algılıyoruz.
Çalışmıyorum. Bir kitap çalışmam var.
Hakan sabahları Kadıköy’e muayenehaneye gidiyor. Televizyonsuz bir hayatımız var. Seyredecek bir şey bulamıyoruz. İnternet televizyonumuz. O işten gelince film seyrediyoruz, yürüyüş yapıyoruz, bir şeyler okuyoruz. Arada da çoğunluğu yabancı olan arkadaşlarımla görüşüyorum.

Gelecek hedefimiz;15 metrelik alüminyum bir tekneyle Kutuplar’a gitmek istiyoruz. Marmaris Yat Marin Sponsorluğu’nda teknemiz yapılıyor. 
İleriki günlerde ya Kapadokya ya Belçika ya da Fransa’da geniş arazisi olan bir yerde yaşamak istiyoruz.

1 yorum :