Yelken Kütüphanesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

TÜRKİYE DE AMATÖR DENİZCİLİK

Yazan : Özkan Gülkaynak'ın konuya ilişkin mesajı : (Değerli Dostlar,Amiral Cem Gürdeniz oluşturmuş olduğu KUDENFOR isimli bir oluşum var. Denizciliğin her alanında gelişim ve çözüm üretmeyi amaçlıyor.Benimde içinde bulunduğum oluşumda,AMATÖR DENİZCİLİĞİMİZ ile ilgili bir konuşma yaptım. Bu konuşmanın bir benzeri,KIRMIZI KEDİ kitapevi vasıtasıyla çıkartılan yeni deniz dergisi DENİZ MECMUASINDA yayımlandı.İlginizi çekeceğini umarak paylaşıyorum... MÜMKÜN OLDUĞUNCA PAYLAŞILMASINI RİCA EDERİM)





Dünya denizciliğinin tarihi bir hayli eskidir. 45.000 yıl önce bile eşya ve erzak taşımak için denizci tekneler yapıldığı bilinmektedir. Amatör denizciliğin tarihi ise oldukça yenidir. 1898 yılında, motorsuz, eski bir istiridye teknesini onarak dünyayı ilk defa dolaşan Kaptan Joshua Slocum, milyonlarca insanı etkileyecek amatör denizciliğin ilk tohumlarını, 1899 yılında yayımladığı ”Sailing Alone Around the World” kitabıyla atmıştır. Son derece sade, sürükleyici bir üslupla kaleme alınan kitap, özellikle Amerika ve Avrupa dan bir çok insanı etkilemiştir. Ayrıca insanlığın içinde bulunduğu, sanayileşme, sosyal baskı ve sıkıntılarla ekonomik buhranlar, ve en önemlisi savaşlar, bunlardan bunalan insanların bir bölümünü, küçük boylarda tekneler inşa ederek okyanuslara açılmaya ve bir nevi doğaya dönmeye teşvik etmiştir. 
O dönemin tekneleri genellikle ahşap ve çivi ile yapılmaktaydı. Elektrikli seyir aygıtları bulunmamaktaydı. Yelkenler bile pamuklu kumaşlardan dikilirdi, bitkisel halatlar kullanılırdı. Ama dünya ve denizler henüz bozulmamıştı. Denizciliğin tüm zorluklarına rağmen, artık denizler bir çok idealist maceraperestin kaçış yeriydi. O dönemin denizcileri, karşılaşacakları tüm zorluk ve sorunları kendi bilgi birikimleri dahilinde çözmek zorunda olduğu için, adeta kendilerini geliştirmeye adadılar.
Sürekli okumak, düşünmek ve uygulamak denizlere açılan kapının anahtarıydı. Küçük ahşap tekneleri ile dünya çevresinde dolaşan denizciler, diğer denizcilere de yol göstermek maksadıyla kitaplar yayımladılar. Bu kitapların birçoğu yarı akademik görünümde, eşsiz bilgiler içermekteydi. Sadece bilgi vermekle kalmıyor, aynı zamanda okuyucuda duygu, coşku ve merak uyandırıyor, onlara denizlere açılma cesareti kazandırıyordu.
Denizlere açılan insanlar, kendi yaratmış oldukları yeni yaşamlarını, karadaki yaşantıları ile mukayese ediyor, yorumluyor, bunlarda onların dünya düzenine daha bağımsız bakmasını ve dünya onu sorgulamasını sağlıyordu. Denizlerde yaşam felsefelerini oluşturmuş, huzur içinde yaşayan insanlar, her türlü kısıtlı imkanlardan dolayı birbirleri ile dayanışmanın, dostluğun, yardımlaşmanın, kendi kendine yetebilmenin ve daha bir çok erdemli davranışın önemini anlıyor ve kendi kendine yetkin ve erdemli insan olma uğraşısı olan AMATÖR DENİZCİLİK KÜLTÜRÜNÜN ortaya çıkmasına ön ayak oluyorlardı.
Aynı zamanda doğa ile iç içe yaşayan ve karadaki insanlardan çok daha az harcayan bu insanlar, mutluluk için paranın birincil faktör olmadığını, gerçek mutluluğun sağlanmasında, doğanın en önemli etmen olduğunu hissediyor, düşüncelerini kitapları ile birlikte kitlelere aktarıyorlardı.
Amatör denizciliğin bireyin gelişimi tetikleyen bir uğraş olduğu kolayca anlaşılabilir. Çünkü sürekli temiz ve sağlıklı bir ortamda yaşayan, doğal beslenen, fiziksel aktivitede bulunan, öğrenen ve en önemlisi öğrendikleri ile düşünen, düşündükçe yaratan ve yarattıkça daha kolay üreten hale gelen insandır denizci. Aynı zamanda denizci doğa ile yaşamaktan o kadar hoşnuttur ki, şehir hayatının kısır çekişmelerinden, yapay davranışlardan sıyrılmayı bilmiş veya buna gerek görmemiştir.
Amatör denizcilik, bilimsel, akılcı ve yaratıcı düşünmeyi tetiklemekle birlikte, ilginç detaylarından biri de yüksek teknolojiye günümüzde bile pek gereksinim duymamasıdır. Teknelerle ilgili bir çok donanım halen temel aletlerle, standart tezgahlarda, bir çok amatörün kendi el becerisiyle üretiliyor. Örneğin bir tekneyi en eski malzeme olan ahşaptan imal edebilirsiniz ama ona vereceğiniz şekil ve ağırlıkların dağılımı, son derece karmaşık hesaplar ve beklentiler sonucunda ortaya çıkar. Bu nedenle bir yelkenli teknenin dizaynı belki bir uçak dizaynından çok daha zordur. Teknenin kendi kendine dümen tutabilmesi için gerekli rüzgar dümenleri, akıl ve yaratıcılığın en iyi örneklerinden biridir. Bir sanayi sitesinde bile rüzgar dümeni imal edebilirsiniz ama ilgili hesapları öğrenip, uygulamak senelerinizi alır. 
Navigasyon bilimi, özellikle astronomik navigasyon, dünya düzenin işleyişini öğreten eşsiz bir yaratıcılık ve düşünme sanatı ve yöntemidir. Pek tabi ki matematik, coğrafya ve fizik gibi bilimsel disiplinleri de kullanır. Bu tür örnekler amatör denizcinin akıl ve yaratıcılık çeşmesini açan ve sonrasında kolayca uygulama imkanı veren, bir çok uğraşta bile bulunmayan eşsiz bir fırsattır. Ne kadar yaratıcı ve konusunda uzman olursanız olun, tasarımını yapmış olduğunuz bir uçağı kolaya kolay imal edemezsiniz, çünkü kullanılan teknoloji yüksektir. Ama halen temel malzeme ve aygıtları kullanarak tasarladığınız bir tekneyi kendiniz imal edebilirsiniz. Denizcilik düşünüp, yaratıp, uygulayabilmenin bir fırsatıdır. Doğru uygulandığında kişiyi bir çok konuda uzmanlaştıran eşsiz kişisel gelişim biçimidir. İyi bir denizci, her konuda kendi kendine yetebilmenin eşsiz bir pratiğini yaşar.
TÜRKİYE DE AMATÖR DENİZCİLİK SÜRECİ
Türkiye de Amatör Denizciğin en önemli ve ilk hamlesi şüphesiz Sadun ve Oda Bora çiftinin 1965 yılında çıktıkları dünya turunu tamamlaması olmuştur. Sadun Boro yıllarca amatör denizciliğin sevdirilmesine, Ege Denizi’nin neden diğer denizlerden çok daha çekici ve korunmaya değer olduğunu anlatmaya çabalamıştır. 
Sadun Boro binlerce Türk vatandaşını denizciliğe özendirirken, Türkiye Cumhuriyeti, tarihindeki en radikal ekonomik değişim olan 1984 yılındaki serbest piyasa ekonomisi ile neredeyse her nesnenin ithal edilebildiği, bir ekonomiye geçmiştir. Her ekonomik değişikliğin, sosyo-kültürel değerleri etkileyeceği aşikardır. Kademeli olmadan ve olumsuz sosyal sonuçları gözetilmeden uygulanan yeni ekonomik uygulamalar, daha kolay zengin olmak, kısa zamanda köşeyi dönmek gibi arzu ve kavramları da ortaya koydu. Gelir dağılımı da hızla bozulmaya başladı. Toplumumuzun yardımlaşma, paylaşımı, eğitim vs gibi bir çok kültürel değerleri erozyona uğramaya başladı. Sadece büyüme hızlarına bakarak Türkiye nin geliştiği iddia edildi. Aslında eğitim düzeyi, toplumsal değerler vb. hep geriledi. Hızlı bir çevre katliamı başlatıldı, tüm doğal değerlerimiz paraya dönüştürülmeye başlandı. Binlerce yıldır dantel gibi olmuş dünyanın en güzel kıyıları betonlarla dolduruldu.
Her şey insanın tüketimi, anlık, sahte tatlar üzerine kuruldu, gelecek kuşaklar unutuldu. Bu nedenlerle öngörülü ve vizyon sahibi politikacıların, mutlaka ekonomik politikaların ne tür sosyo-kültürel değişiklikler yaratacağını öngörmeleri esas olmalıdır. Ülkeye giren bir çok seri imalat tekne ile amatör denizcilik zaman zaman, zenginleşen insanlar tarafından bir gösteriş uğraşı haline geldi. 
Denizlerle yaşamak yerine bir çok insan pahalı lüks marinalarda teknelerini tutar hale geldiler. Yarışlar, ego tatmini sağlamak ve gösteriş maksatlı istismar edilmeye, denizcilik ruhundan uzaklaşmaya başladı. Özetle denizciliğimiz bir TÜKETİM DENİZCİLİĞİNE dönüştü. Gerçek denizcilik kültürünün, bireye kazandırdıkları bir türlü fark edilemedi. Ama lafta denizciliğimizin geliştirilmesi söylemleri bolca kullanıldı.
ŞU ANDAKİ DURUM
Şu an itibarı ile amatör denizciliğimizi incelediğimizde tekne sayısının artmış olduğu, marinaların dünyadaki en lüks marinalar olduğunu görürüz. Peki bu denizciliğimizi geliştirdiğimiz anlamına mı gelir? 
Şüphesiz hayır. Kalite ve kantite farklı kavramlardır. Toplumun denizcilikten yarar görmesi için, bireysel gelişimi destekleyen biçimlerde yapılması gerekir. Bireysel gelişim salt fiziksel gelişim değildir. Bunun içinde yüksek farkındalık, yaratıcı düşünebilme gibi bir çok farklı unsur vardır. Tabi ki dileyen dilediği biçimde denizcilik yapabilir, bireyin mutlu olması esastır. Ona karışmak veya eleştirmek gibi bir niyet söz konusu asla olamaz. Önemli olan bireyin mutluluğu, dolayısıyla toplumun mutluluğudur. Ancak devletlerin, kurumlarım amacı toplumlarına yol göstermek ve onları daha doğru yönlendirebilmek ve ona göre politikalar üretmek olmalıdır. Ancak bu şekilde daha huzurlu ve mutlu bir toplum oluşturulabilir. 
Türkiye Cumhuriyeti Devletinde ve maalesef halkında doğru tanıtılamadığı için, Amatör Denizcilik hep bir sınıf sporu, zengin uğraşısı olarak algılandı. Denizciliğin teşvik edilmesi için doğru dürüst çalışılmadığı gibi aynı zamanda harçlar ve vergilerle küçük tekne sahipleri denizcilikten soğutuldu. 
Yıllardır sorun olan bağlama ve barınma meselesine hep rant gözüyle bakıldı. Marinaların inşa ediliş ve devletle olan vergilendirilme ilişkileri, niyeti bireysel gelişimi sağlamak, doğa içinde yaşamak olan küçük tekne sahiplerini hepten bezdirdi. Fiyatın arz talep ile belirlendiği ortamda artan nüfus ve satın alma kolaylıkları nedeniyle tekne sayılarının artması nedeniyle zaten aşırı lüks felsefeyle ve maliyetle inşa edilen marinalara devlet esaslı vergileri getirince, bir küçük teknenin bağlama ücreti bile lüks bir evin kira bedellerini katlar oldu. Bu durumdan asla marina işletmeci ve sahiplerini sorumlu tutmamak gerekir. Onlar işletmecilik prensipleri çerçevesinde, ellerinden geldiğince amatör denizciliği desteklemeye çalıştılar. Unutulmamalıdır ki işletmelerin temel amacı kar maksimizasyonudur. İşletme bir canlı gibidir, yaşatılması esastır. Karlılığın ötesine geçecek, her davranış ciddi bir yönetim hatasıdır. 
Marinalar artan masraflar nedeniyle, büyük tekneleri, küçük teknelere yeğler olmuşlardır. Çünkü aynı yerden çok daha fazla gelir elde edilebilmektedir. Motor yatlar her zaman daha iyi gelir kapısıdır. Çünkü Türkiye’de motor yat sahiplerinin gelir hacmi, yelkenli sahiplerinin gelirlerinden fazladır. Marinalarda hizmet veren servisler, doğal olarak motor yatları, yelkenlilere tercih etmektedirler. Bu durum yelkenli küçük teknelerin marinalarda barınmasını bir hayli zorlaştırmaktadır. Hatta bazı durumlarda bir küçük teknenin 5 yıllık bağlama bedeli neredeyse teknenin bedeline ulaşmaktadır. 
Diğer taraftan, nüfusumuz hızla artmaktadır. Denize olan ilgi de bu artıştan payını almaktadır. Bu nedenle artan tekne sayısını karşılayacak bağlama imkanları yetersiz olduğundan arz ve talep dengesizliği nedeniyle marina fiyatları hızla artmaktadır. Türkiye nin bu durumunu seneler önce ortaya koyduğumda, bir çok marina işletmecisi bana inanmamıştı. Şu anda, bir küçük tekne sahibi için durum daha vahimdir. Yeni marinalar yapılsa bile fiyatların dramatik biçimde artmasının önüne geçilemeyecektir. Yanlış politikaların veya politikasızlıkların sonucu olan bu durumun değişmesi için mutlaka radikal çözümler oluşturulmalıdır.
Etkili ve bilinçli bir denizcilik politikamızın bulunmaması, amatör denizciliğimizi, toplumsal zafiyetlerimiz nedeniyle, kolaycı bir denizciliğe dönüştürdü. Çamlarla çevrili bir bölgede bulunan bir marinaya gidin, önyargısız çevrenize bakın. Teknelerin büyük çoğunluğunun, denizde doğal koylarda bulunmak yerine, marinada elektrik almış, güvertesinde oturan, zaman zaman havuzuna giden, saunasında terleyen, masaj salonunda, barında ve restoranında zaman geçiren insanlarla dolu olduğunu göreceksiniz. Bir kaç saatliğine çıktığı denizden dönerken bile mutlaka ve mutlaka bot desteğini marina hizmetlerinin olmazsa olmazı olarak görecektir. Teknelerini karaya çekmiş insanların çoğunun zehirli boyayı bile kendilerinin atmadıklarını, teknelerini geliştirme yolunda pek faaliyetleri bulunmadıklarını fark edeceksiniz. 
MİNİMALİST DENİZCİLİK
Marinaların imkanlarına ve konforuna bağlı olarak gelişen bu denizcilik maalesef bir TÜKETİM denizciliğidir. Bu tür bir denizciliğin bireysel gelişime pek katkısı yoktur. Bireysel gelişime katkısı bulunan denizcilik, MİNİMALİST denizciliktir. Minimalist denizcilikte, bireyler evlerindeki konforu teknelerine taşımaya çalışmazlar. Kendi el becerileri ve bilgi birikimlerini arttırarak teknelerini geliştirirler. Önemli olan teknelerinin güvenliğidir. Minimalist denizcilik, ilkel şartlarda yaşama denizciliği değildir. Bir tevazu ve yetinme denizciliğidir. Burada esas olan sadece deniz sevgisidir. Tüm bunlara rağmen, denizciliği sınıflandırmayı asla doğru bulmam, bunun ayrıştırıcı olduğunu düşünürüm. Dileyen denizde veya marinada istediği gibi yaşamalıdır. Zaten deniz, çaba harcamayan bireylere bile bir şeyler öğretir. Minimalist denizcilik, küçük bir tekne üzerinde, edindikleri bilgiler sonucunda, kendi teknolojilerini yaratan, teknesinin sorunlarına kolaylıkla çözüm bulan, el becerilerinin, bedensel ve düşünsel yeteneklerinin gelişimine ön ayak olan denizciliktir. Minimalist denizcilik şüphesiz özgün bireylerin oluşumuna ön ayak olur. Senelerdir eğitim sistemimizde, bizlere verilmeye çalışılan, bilginin depolanmasıydı. Artık toplumumuz, düşünmeye ve bilgiyi üretmeye alıştırılmalıdır. Bu toplumsal bir alışkanlık haline getirildiğinde, şüphem yoktur ki, üretkenliğimiz kat be kat artacaktır.
DEVLET POLİTİKASI VE BÜROKRASİSİ
Devlet, en güçlü ve imkanları en geniş kurumdur. Bu nedenle, amatör denizciliğin bireyleri, özellikle gençleri kötü alışkanlıklardan kurtaran, bireysel gelişimlerini sağlayan bir uğraş olduğunun devlet kurumları tarafından fark edilmesi ve bununla ilgili düzenlenmelerin sağlanması gerekir. 
Diğer taraftan denizcilik teşvik edilirken, ilgili altyapı tesisleri yapılırken, çevre hassasiyeti mutlaka dikkate alınmalıdır. Şu anda, bir çok konuda özellikle doğanın korunması alanında pratikte caydırıcılık mekanizması yeterince çalışmamaktadır. Bu konuda devletin ciddi bir eğitim politikası olmalıdır. Eğitim esas alınmalıdır. Hem sosyal hem de fiili kirlilik oluşturan tüm davranışların yerinde ve kararında yaptırımlarla caydırıcı hale getirilmesi gerekir. 
Şüphesiz devletin tutumu ve niyeti amatör denizciliğimizin çehresini değiştirecek en belirleyici unsurdur, adeta değişimin olmazsa olmazlarındandır.
Devlet Bürokrasisi senelerdir, Türk amatör denizciliğinin gelişimi engelleyen ağır bir bariyer gibi durmaktadır. Vergilendirme küçük tekne denizciliğini teşvik edecek biçimde yeniden düzenlenmeli, kendi teknelerini yapan denizcilerin önünün açılmasına ön ayak olunmalıdır. Tekne yapmak, bir birey için okuldan farksızdır. Onu bir çok konuda bilgilendirir, el becerilerini arttırır, daha kolay çözümler üretmesine olanak sağlar.
AMATÖR DENİZCİLİK EĞİTİMİ
Bireyler amatör denizci belgeleriyle birlikte gerekli temelleri alırlar ve hukuki bir belge ile denizlere açılmaya başlarlar. Dikkatlice düşünüldüğünde bir bireyi pedagojik olarak etkilemenin, bir işin yapılışının öğretilmesinden çok daha zor olduğunu fark ederiz. Kolaylıkla bir çok insan yelken yapabilmeyi, teknesine kumanda edebilmeyi öğrenebilir. Ancak onu doğayı koruyacak, yardımlaşma, nezaket ve tevazu içeren denizcilik kültürünü bünyesinde taşıyabilecek biçimde etkileyebilmek sanırım çok daha zordur. Özellikle yaş ilerledikçe bu kültürel olguyu aktarabilmek daha da zorlaşır. Bence denizciliğimizde ve eğitiminde asıl üzerinde durulması gereken işin pedagojik bölümüdür. Denizlere çıkacak insanlara, onu koruma bilinci verilmesi eğitimin özünü oluşturmalıdır. Denizler korundukça daha çekici olacaktır.
BAĞLAMA MESELESİ
Teknelerin bağlanma ve barınma ihtiyacı salt bir gelir kapısı olarak düşünüldüğünde amatör denizciliğimiz yeterince gelişmeyecektir. Türkiye’de marinalar bir AVM görünümündedirler. Tek başlarına, sınırlı kapasiteleri ve yüksek bağlama ücretleri nedeniyle asla bağlama sorununu tek başına çözemeyeceklerdir. Bununla birlikte, Ege gibi, tarihi, doğası, koyları ve berrak suları ile son derece dikkatli korunması gereken bir denizde marina inşa ederken özenli olunmalıdır. Marinanın konumu dikkate alınması gereken en önemli faktördür. Doğal demir yerleri, doğal bölgelerde marina inşa edilmemelidir.
EGE’YE ÖZGÜN BİR MODEL 
Bizlere Ege’de denizciliği sevdiren, bu kıyıların doğal halidir. Bağlama meselesi, sağduyulu yer tespiti ile başlamalı, mümkün olduğunca, açık alanlarda uzun dönemli ve düşük maliyetli olarak çözülmeye çalışılmalıdır. Korunaklı, doğal değeri nispeten düşük alanlarda, kazıklar çakılarak veya şamandıralar atılarak, binlerce teknenin bu alanlarda barınması sağlanabilir. Bu sistemde, kıyıya yapılan altından su geçen bir iskelede bulunan hizmet teknesi, telsiz çağrısıyla kişileri teknelerinden cüzi bir ücret karşılığında iskeleye taşıyabilir. Dileyen iskeleye botuyla da çıkabilir. Haftada bir, bu motorlarla alargada barınan teknelere mazot ve su servisi yapılabilir. Gereken teknelere bu sistem içinde, belirli süreliğe bir tamir rıhtımı sunulabilir. Gerekirse yüzen bir salı andıran çalışma platformları ile teknelere aborda olunup, üzerinde küçük jeneratörlerle temel onarım imkanlarının çözümüne de yardımcı olunabilir. Bağlama alanını kamera ile gözlemleyen güvenlik görevlisi bulunabilir. 
Bu şekilde işletilen bir marinada arz ve talep dengesiyle oluşacak fiyat, bir amatörün imkanları dahilinde olur. Aynı zamanda hiç beton dökülmeden, bölgesel ve ekolojik çözümler üretir. Artan nüfus ve denizciliğe ilgi nedeniyle misliyle artacak bağlama sorununa en temel, en yararlı çözümün bu olduğu düşünüyorum. Marinalar, Türkiye koşullarında tek başına kesinlikle bağlama sorununu çözemezler, sadece yardımcı olurlar.
ÇEVRE BİLİNCİ EĞİTİMİ
Türkiye nin denizleri ve coğrafyası şüphesiz dünyada çok özel bir yere sahiptir. Bu kadar girintili, çıkıntılı çekici koylar, adeta kristali andıran son derece berrak deniz, uygun iklim hepimizi bu sulara ve kıyılara bağlayan etmenlerdir. Bu kıyıların, rant amaçlı veya kısa dönemli çözümler üretilebilmesi maksadıyla doldurulması, kıyılarımızın sonunu getirmektir. Doğallığı koruyabilmek en iyi ve üretim ve çözüm biçimi olmalıdır. İnsanlığın kendi kendine yarattığı sahte ihtiyaçları, vizyonsuz çözümlerle (!) karşılaması doğru değildir. Özellikle Ege denizi için. 
Aksi taktirde binlerce yıldır doğal kalmış, son 30 yılda yapılan uygulamalarla, çekiciliğini yitirmeye başlayan kıyılarımızın kesinlikle sonu gelecek, amatör denizciliğimizi teşvik eden, denizcilerimize coşku veren bu eşsiz kıyı ve sular özelliğini kaybedecektir. Bu nedenle denize çıkacak her bireye ülkesinin doğal değerlerinin önemi hakkında bilgi verilmesi ve farkındalığının arttırılmaya çalışılması şüphesiz, koruma bilinci oluşturacaktır.
Sevgi ve Saygılarımla
Özkan Gülkaynak
devamını oku →

Kaptanlık ve kaptan Paşalık kurumu tamamen Türklere has bir teşkilât olup,...

BEY..REİS..PAŞA..KAPTAN.. NEREDEN NEREYE...

Güncel bir konu olması nedeni ile ilk paylaşımı tarihimizde gemideki en üst sıfatı taşıyan , geminin sevk ve idaresinden sorumlu kişiye hitap edilen adla başlamak istiyorum..
Türkler denizciliğe beylerbeyliği dönemimde başlamışlardır. İlk denizcimizin bilinen tarihi 1088-1090 dönemlerindedir. Bu tarihte büyük denizcilerin sıfatı BEY olarak geçmektedir. 1465 tarihinden sonra büyük denizcilerimiz REİS, Osmanlılarda divana girmeye başladıkları tarihten sonrada PAŞA olarak anılmışlardır.
Tarihten günümüze kadar bu konuda oldukça kapsamlı arşiv tutulmaya çalışılmıştır. Güzel olan tutulmuş arşivlerin çoğu günümüze kadar gelebilmiş ve bizlere bu konuda kapsamlı bir araştırma kaynağı olmuştur. Ancak yinede bazı konularda ikilemler oluşmasının önüne geçilememiştir.

DENİZCİLİK TERİMLERİNİN DİLİMİZE YERLEŞMESİ VE BU KONUDA YAPILAN ÇALIŞMALAR


Anadolu beylerbeylikleri ve devamında Osmanlı İmparatorluğu bulundukları devirlerin gereği olarak zamanın şartlarının imkân verdiği ölçülerde yazılı kitap, seyahatname veya harita olarak bahriyenin yetiştirdiği kişilerin bilgilerini paylaşmaları denizcileri aydınlatmıştır. Piri Reis, Seydi Ali Reis, Barbaros’un eserleri hep bu doğrultuda hizmet için yazılmıştır. Yeni keşiflerin yapılması, yelken devrine geçiş, gemi tiplerinin değişmesi, kalyon ve kadırga gibi, gemi toplarının kullanılması, gemi muharebeleri ve savaş taktiklerinin değişmesi hususlarında bu yazılı eserler yeniliğe uyum sürecinin kısalmasına yardımcı olmuştur.
Kaptan kelimesinin dilimize nasıl ve ne şekilde yerleştiği konusunda bize rehber olacak geçmişten günümüze gelerek karşımıza çıkan birkaç araştırma görüyoruz. Ancak denizcilik temrinleri konusundaki en önemli ve bize rehber olacak kaynak, Piri Reis’ in “Kitab-ı Bahriyye”si, Seydi Ali Reis’in “el-Muhit fi’l-kevakib der ilm-i derya ve Mir’atul Memalik” isimli eserleridir..
XVII. yüzyıla ait kaynaklar arasında yer alan Katip Çelebi’nin “Tuhfetu-l Kibar fi Esfari’l Bihar” isimli meşhur eseri denizcilikle ilgili birçok bilginin yanı sıra dönemin deniz teknolojisine terminolojik açıklamalar getirmesi bakımından dikkat çekmektedir. “Makale-i Zindancı Mahmud Kapudan beray-ı feth ü zafer-i keştiy-i Maltiz-i la’in düzeh mekin” adlı eser konuya güzel bir örnektir. Bu kitapta Mahmud Kaptan’ın Maltalılarla yaptığı muharebe ele alınmıştır. Kuzey Afrika’da faaliyet gösteren Türk denizcileri ve zamanın gemilerinin teknik özellikleri hakkında bilgi vermektedir. (1)

Gelelim denizcilik terimlerinin sözcük Kökenlerine….

Osmanlıca denizcilik dilini kayıt altına alan ‘dilimizin ilk gerçek deniz sözlüğü’ Süleyman Nutki tarafından derlenen ‘Kamûs-i Bahrî’ (Deniz Sözlüğü/1917) denizcilik dilinin kaynakları konusundaki ilk Latince yayınlanmış sözlüktür.
Daha sonra yapılan en büyük ve en uzun kapsamlı araştırma , Deniz Müzesinin kuruluşunun da yer aldığı deniz subayı Binbaşı Süleyman Nutki tarafından yapılmıştır. Süleyman Nutki’nin derlediği eserde yaklaşık 3500 madde yer almaktadır. Süleyman Nutki kitabında tüm denizcilik terimlerinin , şimdiye kadar kullanılmakta olan uyarlanmış kelimelerin asıl ve türetilenleri de kaybolmuştur,” cümlesiyle sözlüğü hazırlamaktaki amacını açıklamaktadır. Yani bilinenlerin dışında türemiş kelimelerin çoğunun kaynağı bilinmemektedir.

KAPTAN KELİMESİ NEREDEN TÜREDİ O ZAMAN

Bu konudaki en kapsamlı araştırmayı yapan , A. İhsan Gencerve İ. Parmaksızoğlu’nun belirttiğine göre; Kaptanlık ve kaptan Paşalık kurumu tamamen Türklere has bir teşkilât olup, burada Bizans dahil başka bir milletin etkisini ya da bu kurumun herhangi bir şekilde Türkler tarafından kopya edildiğini düşünmek yanlıştır. Bu nedenle Kaptan-ı Deryâlık kurumunu Osmanlı denizciliği teşkilatı içerisinde değerlendirmek gerekmektedir.

Diğer bir görüş ise Osmanlı Devleti’nin özellikle denizcilik teşkilatına ait birçok kurum ve kuruluş bir esinlenmenin veya uyarlamanın ürünüdür. Bu bakımdan diyebiliriz ki, Osmanlı denizcilik teşkilatındaki bazı terim ve temrinlerin batılı devletlerden esinlenmiştir Venedikliler, Cenevizliler ve İspanyollar gibi milletlerin denizcilik konusunda etkilerinin olduğu da düşünülebilinir...

Bir diğer araştırmada ise ; Kaptan-ı Deryâ kelimesinin kökeni, “capitaneus” veya “capitanus” kelimelerin-den gelmekle birlikte, özellikle “paşa”, “deryâ” ve kısmen “bâhir(bahr)” kelimeleri ile eş anlama gelmektedir.

Sonuç olarak kaptan kelimesinin de dahil olduğu birçok denizcilik teriminin bizden mi avrupaya, avrupadan mı bize geçtiği konusunda net bilgi yoktur..Aynı şekilde bazı terimlerin Araplardan mı bize, bizden mi Araplara geçtiği konusunda yine net bir bilgi yoktur..

Kaynaklar (1) Pehlivanlı Hamit, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı 61, Cilt : XXI,
Mart 2005
Deniz Sözlüğü Mustafa Pultar
Dz.K.K.lığı dergisi tarihçesi


Teşekkürler : Paylaşım Sn.Vural PERK
devamını oku →

Hüseyin Akbulut,Türkiye Bedensel Engelli Açıkdeniz Uzun Yol rekorunu kırdı.


30 Kasım-7Aralık 2013 arasında yapılan ve Marmaris-İsrail-Kıbrıs-Mersin etaplarından oluşan Christmas Ragetta'ya katılan Türkiye Bedensel Engelli Spor Federasyonu Yelken Branşı sporcusu olan Paralimpik yelkenci Hüseyin Akbulut, bu parkuru tamamlayarak Türkiye Bedensel Engelli Açıkdeniz Uzun Yol rekorunu kırdı.


2012 Haziran ayında ülke genelinde başlatılan Bedensel Engelli Bireylerin yelken sporu ile tanışmasını, yetenekli ve nitelikli bedensel engelli bireylerin sporcu kimliği kazandırılmasını amaçlayan Paralimpik Yelken Hedef 2016 proje sporcusu Hüseyin Akbulut; Marmaris-İsrail-Kıbrıs-Mersin etaplarında toplam 800 deniz mili yol yaptı.
Hüseyin kendi hikayesini anlatır iken aynı zamanda, bedensel engelli bireylerin evlerinden çıkarak kendi sınırlarını keşfetmelerini sağlamanın amaç olduğunu belirtiyor ..
"Sağ elimi 8 yaşım da elektrik kazası sonucu dirsek altından itibaren kaybettim. Kamuda çalışıyorum. Hep sporun içinde büyüdüm..Birçok spor dalıyla amatör olarak ilgilendim. Extrem sporlar daha çok ilgimi çekmiştir. Salon sporlarını pek sevdiğim söylenemez doğa ile iç içe olmayı ve yine doğadaki doğal zorlukları aşmaktan daha çok keyif alıyorum. Kaya tırmanışı,  koşmak,  bisiklet sürmek ve en çok keyif aldığım doğa sporu yelken. MIYC düzenlediği Marmaris yarış haftasını bitirdikten sonra hocaların hocası olarak tanınan ve benim de eğitim sponsorum olan Cumhur Gökova; Marmaris-İsrail-Kıbrıs-Mersin etabından oluşan Christmas Regatta 2013’e davet etti. Bedensel engelli yelken antrenörlüğü eğitimini için gereken deniz milleri tamamlamam için büyük bir fırsattı.Aslında bu regattanın bir rekor getireceğinden habersizdim. 

Asıl katılma amacım fırtına deneyimi yaşamak ve açık deniz tecrübesi edinmekti. Marmaris’e döndüğümde bu seyirin bir rekor olduğunu antrenörümden öğrendim. Benim içinde büyük sürpriz oldu.

Bu seyire Gökova III isimli tekneyle katıldık. 40,7 feet uzunluğunda tek direkli bir yelkenli. 
Ekip de Uzaklar II isimli yelkenliyle Horn burnunu geçerek Güney kutbuna Antartika’ya giden 4 yıl dünya denizlerine seyir yapan Sibel Karasu da vardı. Ekip de 7 kişiydik 5 kursiyer Sibel Karasu ve ben. Emekli İzmir’den beyin cerrahı doktor abimiz Melih Özalp. Turizmci ve yelken tutkunu İstanbul dan Tayfun Atakan. İngiltere de öğretim görevlisi ve maceraperest Mehmet Ağca. Rusya dan 2 kursiyerimiz Mikael ve Alex.
Bu seyirden önce Cumhur GÖKOVA nın fırtına eğitimlerine katılmıştım fakat 30 knot üzeri havada denize çıkmamıştım. Regatta öncesi denize adam düştü,gps, harita,faça yelken, ilk yardım, camadan atma, yelken küçültme, yelken tamiri eğitimlerini tamamladım. 

Seyirde her şey yolunda gitti. 2 haftada 5 fırtına geçirdik 45 knotrüzgar 5 mt boyu dalga, yoğun yağmur ve dolu yağışı altında hiçbir hasar ve yaralanma olmadan regattayı bitirdik.

Cansın; 2012 yılında bizlerin hayallerine pencere açmıştı. Ben de bizler gibi bedensel engelli bireylerin yelken sporu ile tanışmalarını , yetenekleri doğrultusunda yarışmalarını arzuluyorum. 2012 yılında başlamış olduğum yelken sporunda Türkiye Bedensel Engelliler Spor Federasyonu lisanslı sporcusu olarak 2016 yılında Brezilya da düzenlenecek olan Paralimpik (Bedensel Engelli) Oyunlarında Yelken Branşında ülkemi başarı ile temsil etmek istiyorum"..

2012 yılında doğuştan beyin felci 17 yaşındaki Cansın Yemlihaoğlu babası Hakan Yemlihaoğlu ile 12 metrelik yelkenli tekneyle 12 Mayıs da  İstanbul’dan başladığı yolculukta 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramında Samsun'a vararak; 377.35 deniz mili ile Türkiye’ de Bedensel Engelli Bireylerin yelken sporunu yapabileceğini kanıtlamıştı. 

Paralimpik Yelken Hedef 2016 Projesinin amacı; ülke genelinde bedensel engelli bireylerin yelken sporu ile tanışmasını, alınan eğitimler doğrultusunda ülke tarihinde ilki başararak Paralimpik Oyunlarında Yelken branşında temsil edecek Milli Takım’ a sporcu yetiştirmek.
Bu proje çok sayıda engelli gence hayallerini gerçekleştirmeleri için imkan sağlıyor.
 Projeden; %40 ve üzerindeki bedensel engele sahip her yaştan bireyler ücretsiz olarak yararlanabiliyor.
 www.paralimpikyelken.com 
www.gokovasailing.com
Haber Kaynak Teşekkürler.. http://www.son48saat.com
devamını oku →

İYİ BİR YAŞAMIN SIRRI / Haldun SEVEL

Çünkü doğa bize, daha az ile yetinme ahlakı ve mutlu olma hakkı sunar… 

Gökova koylarının bağrında, emektar teknem Maviş’in sıcaklığında, şu kış günlerinin ıssızlığında, orada yaşadığım her gün, her gün batışı, her gün doğumu ve her gece, her mehtap, sonsuz samanyolu, yazılası bir öykü kadar güzeldir bütün bunların hepsi…

Karnım acıkır bazen gözlerim dalar, şöyle bol domatesli, patatesli bir İzmir köfte hayal ederim ve yanında daha soğumamış tap taze bir köy ekmeği, limonlu zeytinyağlı bir çoban salata… İçimin aç gözlülüğü dürtükler beni, “hadi bas marşa, yürü git bağlan marinete, fırla git Marmaris’e, ister İzmir köfteni ye, ister güzel bir İskender, yeşil salata… Cevap vermem o sese, sadece denize bakarım, attığım bayat ekmek kırıntılarını yiyen Melenur’larımı seyrederim… Sahilinde denize değen çalılar arasında onları avlayan Balıkçıl’a ve Balıkçıl’ın üstünde daireler çizen yalnız ve cesur Miho kuşuna bakarım, Buhur ağaçlarının kokusunu taşıyan rüzgâra uzanırım nefesimle… Denizin bin bir desenli renklerine imrenirim, içim gider, denizle sevişesim gelir, içimdeki ses utanır susar…

Yaşama dair beklentilerimizde, kendimizi tevazu ve alçak gönüllülüğün yerine, arzuların ve hırsların yükselişine bıraktığımızda, sürekli bir hayal kırıklığı içinde yaşamaya başlarız… Ve dolayısı ile hırslarımız ne kadar büyük ve ölçüsüz olursa tahammülsüzlük sıkıntısı da o denli büyümeye devam eder

Spinoza: “gerçek lüks, kendi hayatını keşfetmek, kendi kaderini yönetmektir… 
Gerçek lüks, doğa ile iletişim, sessizlik ve savrulmaları olmayan ağır ritimli bir yaşam ve doğanın içinde ve zamanın dışında yaşamak zevki ve istemli aylaklıktır… İşte bunlar satın alınamayacak bir dolu nadir ayrıcalıktır…

Spinoza abi denizci miydi bilmem ama çok doğru sözler söylemiş… Çünkü lüks denince, bunun aracı olarak da akla önce de sonra da para geliyor… Bence asıl mesele şu ki… Çok para sahibi olmak için kısıtlı yaşam süremizden hangi bedeli ödemeye hazırız? Eskilerin dediği gibi sahip olduklarımızın bize sahip olmasını istemiyorsak, harcamalarımızı, tutkularımızı tatmin etme olanağı verse de, harcamalarımıza hiç durmadan kaynak yaratmak, olmuyorsa borçlanmak yerine, her fırsatta doğaya koşarak, gerçek manevi tatmini hayatımızdaki aç ve üzgün ruhumuzdaki yerine koymayı tercih etmeliyiz…

İşte ben ve dostlarım bu yüzden sadece denizlerde yaşıyoruz.
Doğa bize daha az ile yetinme ahlakını sunuyor…


Lüks daireler, Lüks yatlar, çok pahalı otomobiller, vs. vs. Diğerlerinin gözlerini kamaştırmak, ya da en azından onlarla eşit düzeyde olmak için kendi seviyemizde olan insanlarla sürekli rekabet ederiz… Kazanç ve lüks konusunda daha başarılı olanlar karşısında kıskançlıktan kıvranır… Bunun yanı sıra bizim hayat seviyemizi yakalamayı başaramamış olanları da hor görürüz…

Öte yandan doğa bize daha az ile yetinme ve mutlu olma ahlakını öğretir…

Düşünür Albert Birot bu konuda tam yerine oturan bir söz söylemiş “ …hepimiz kendi gücümüzle kendi alışkanlıklarımızın katili haline gelirsek, işte o zaman gündelik hayatımız dahi bize mucizeler yaratmaya başlaya bilir!”

Peki, nedir bu alışkanlıklar? Yani çocukluğumuzdan itibaren bize çakılan alışkanlıklar… Dünyanın baronlarından Ernst von Salomon aynen şöyle demiş “ Biz halkın mutlu olması için mücadele etmiyoruz. Ona bir kaderi benimsetmek için mücadele ediyoruz”

Bin yıllar öncesine gidelim, Platon ‘Devlet’ adlı eserinde, halkı, gönlünü hoş tutmak için, tüylerinin çıktığı yöne doğru okşanması gereken koca bir hayvana benzetir… Yani insanlık tarihi boyunca değişen hiçbir şey yok, ‘otur’ komutuna itaat eden o büyük çoğunluk için.

Bu gün biliyoruz ki haz ve mutluluklarımız bize sunulan şeylerde değil, DNA sarmallarımızda kayıtlıdır… Mutlu ve haz dolu bir hayatın nasıl olması gerektiğine karar vermek bizim önümüze sunulanların ve sunanların işi değildir… Yaşam ustalarından Drieu La Rochelle bir gün bir toplantıda şöyle haykırmış “ Yalnızca aşırı uçlarda yaşamak istiyorum, ortalama olan her şey bana çığlık atma hissi veriyor, tek bir modelin çemberinden kaçmayı öğrenmeliyiz ”

İşte bu yüzden ben ve dostlarım denizler ülkesinde yaşıyoruz, orada Ernst von Salomon gibilerin sesi işitilmez…
Doğa ve deniz, daha az ile yetinme ahlakı ve bunun sonucu olarak mutlu olabilme hakkını sunar…


“Neden bebek sayılacak bir yaşta okula gitmek zorundayız? Öncelikle sessiz durmayı, dakik olmayı ve toplu itaati öğrenmek için” der Kant. Çocukluktan itibaren ruhumuza kazınan bu düzen alışkanlığı, bizi bir daha asla terk etmeyecektir… Yaramaz ve hayalci iken, uslu, itaatkâr ve düzenli hale geliriz”

Ve böylece ne olur? Evet, geleceği hayal etmek çekicidir, ama sonuçta onu gerçekleştiremeyen ve sadece hayali ile yetinen ve böylece ömürlerini tüketen itaatkârlar haline yaşarız.

Gündelik hayatı tekrar tekrar yaşamaktan kurtulmak… Kim bir an olsun böyle bir hayalle mutlu olmamıştır ki?

Andre Breton: “Şimdilik yaşamın ürkütücü ve bezdirici mutsuzluğuna ve bayağılığına karşı, terör ve savaş dışında bir çare bulunamamıştır” der… Demek ki Andre abimizin hiçbir zaman o mavi bir dünyadan haberi olmadı.

Çünkü deniz daha az ile yetinme ahlakı ve bunun sonucu olarak da mutlu olabilme hakkı sunar…
Mutluluk üzerine yazılan kitapların o kadar yavan olmasına neden olan şey, genellikle hep aynı mesajı vermeleridir… Efendim yaşadıklarınızdan memnun olun… Yok efendim sahip olduğunuz hayatı isteyin, onun kıymetini bilin… Bu kadar yavan bir bilgelik, insanı dünyadaki en güzel şeylerden mahrum yaşamaktan başka hiçbir işe yaramaz…

Her gün televizyon haberlerinde dünyadaki ve ülkemizdeki felaketleri seyretmek nedir? Etkisi nedir? Aslında başkalarının yaşadığı felaketlerden zevk almayız tabi ki, ama hangi felaketlerden kurtulduğumuzu da görerek, farkına varsak da varmasak da, kendimiz şanslı hissederiz.

İnsanın başına gelebilecek en kötü olay, en kötü şey, bile bile kendi mutluluğunu ıskalayıp geçip gitmektir… ‘Haz dolu yaşam’ denen mucizenin yaşamamız gereken bir hayat tarzında olduğuna karar verememek… Ya da cesaret edemeyerek, bir gün her şeyi beklediğiniz biçimde değiştirecek bir sürpriz, ya da mucizevi bir gelişmenin olmasını, boşu boşuna beklemektir.

Yani basit bir müsvedde gibi olan yaşamınızın tatsız ve monoton dengesinin çok geçmeden değişip, istediğiniz biçimde gelişeceğine boşu boşuna inanıp beklemek… Bu ancak şu demektir, yaşamın bize sunmaya hazır olduğu gerçek mutluluk ve hazlara karşı, dünyanın ve yaradılışın bize sunduğu zevklerinden el ayak çekerek, yaşanabilir o güzel hayatı ölüme kadar erteleme olgusudur...

Tanrıya inanıyor musunuz? Ya da Halikarnas Balıkçısı gibi yaradılışa inanıyor musunuz? O zaman size sormak isterim… Denizlerdeki, birbirinden müstesna koylardaki o cennet güzellikler niçin var? Niçin var edilmiş ya da yaratılmış? Söyler misiniz?

Denizler sadece yaradılışın bize ihsan ettiği güzellikleri sunmaz… Daha az ile yetinme ahlakı vererek insan olduğumuzu öğretir.

İşte ben ve dostlarım bunun için denizlerde yaşıyoruz… Hiçbir mabette Tanrının yarattığı güzelliklere ve dolayısı ile Tanrının kendisine bu kadar yakın olamazsınız.


Daha güzel, daha yaman bir başka tarz hayat her zaman mümkündür… Monoton bir iş ya da aile ortamında sıkıntı içindeki hangi çocuk, hangi genç, hangi ergen bir haz titremesi, bir iç çekişle bu çağrıyı hissetmemiştir ki? Hiç kimse içinde doğup büyüdüğü o bastırılmış koşullara, sosyal ortama, ailesinin hatta eşinin durağan dünyasına mahkûm değildir.

Bir çitin ardında gördüğü, muhteşem ölçüde baştan çıkarıcı güzellikte bir köylü kadınının çıldırtan cilveleri karşısında coşan ‘Pecuchet’ “insanı haz ve gerçek mutluluklarla alt üst edici dünyanın varlığı yaşandığında, yaşam adeta yaradılışın vahiyleriyle devam eder” diyor.

Bir başka yaşam analisti Lewis Carroll’un dediği gibi, “gizeme ve keşfedilmemişe, her zaman bir açık kapı bırakmak gerekir. Bu durum oluştuğunda, yaşanacak her şey, her aşk ve her haz, her heyecan, bizi rutin monotonluğun yarattığı küçülmüşlüğün sıkıcı gücünden kurtaracak, büyülü güzellikteki kıyılara, koylara taşıyacaktır.” Demek ki Lewis abimiz de denizin ve koyları muhteşem güzelliğinin farkına varmış.

Ben ve dostlarım işte bunun için artık tamamen denizde ve teknelerimizde yaşıyoruz… Ama arsızca değil… 
Çünkü deniz insana daha az ile yetinme ve mutlu olma ahlakı sunar.
Hiçliğin sonuna kadar giden insanlar olmayalım… İşte sanırım çağımızın cehennemi de budur, yavanlık yani, yavan bir hayat… İş hayatı denen o sürekli çalışma ile geçen gündelik hayatta katlanılan yüzlerce üzüntü ve gerilim ve aceleciliğin getirdiği körlük, sadece vücut yorgunluğuna değil, bizi yıpratan ağır bir sinir yorgunluğunun da içine atar… İşin kötüsü bu durumdan yalnızca dinlenerek kurtulacağımız yanılgısına düştüğümüzdür… Bu yorgunluk, aslında sadece tek düze yaşamanın getirdiği ağır bir yorgunluktur ve sadece dinlenerek geçmez, kesinlikle geçmez.

Sadece dinlenirsek, sadece alışkanlıklarımıza tutunursak, evet bu bize bir nevi emniyette olduğumuz hissi verir, hatta var oluşumuza sahte bir ritim de verir, ama ruh sağlığımızı vermez, cesaret vermez, durağanlık durağanlığı doğurur… Ve maalesef toplum dünyasının tamamında yavanlıktan kurtulmamızı sağlayabilecek şeyler, tamamen ortadan kaldırılmıştır, yani uyuşturucu televizyondan ve boyalı, ticari, siyasi basından kurtulmamız… Kalıpların dışına çıkmamanız göze gözükmeyen yasaklarla korunur.

Gerçek haz ve mutluluk kesinlikle şehir yaşamı değildir, haz ve mutluluk doğa kanunları ile insanın uyuşmasıdır, doğaya ait olduğumuz bilincini sakın terk etmeyin…

Yaşam analistlerinin mutluluk için söyledikleri an iyi tespit bence şudur… “…mutluluk olarak adlandırdığımız şey, yüksek ihtiyaç gerilimi haline gelmiş fiziki ve duygusal ihtiyaçlarımızın, ani bir tatmini ile ulaştığımız hazdır…

Evet, bence de aynen böyle… Yani mutluluk, mutsuzluğun yokluğu değildir, mutsuzluk ve üzüntü o zaman zaman hep yanımızda olabilir… Net mutluluk bizim zekâmıza, cesaretimize bağlı olan bir kabiliyetimizdir…

Ama bütün bunlara rağmen, acı bir son bekler bizi… Bu hazlar tüm ömrümüzce bizle beraber değildir, yaşımız, yaşlanmamız kendini belli etmeye başladığında, bedenimiz de bize yavaş yavaş ihanet etmeye başlar… Rahatsızlıklar her yanımızı kaplamaya ve zevklerimiz gösterdiğimiz tüm titizliğe ya da kararlılığa hiç gözümüzün yaşına bakmadan, belli bir hızla bizden uzaklaşmaya başlarlar…

İşte bu yüzden ben ve dostlarım denizde ve teknelerimizde yaşıyoruz…

Biraz acele edin.

Haldun Sevel.
devamını oku →

Dünya Varmış / Ekrem İNÖZÜ

Karanın sonu, denizin başı... 

Kendi ağzından " İş hayatımın son yıllarıydı. O gece, artık unuttuğum yıldızları ve gökyüzünü yeniden keşfettim. 'Ne yapıyorum ben, istediğim ne?', diye kendime sormaya başladım. Ama büyük hızla yoluna devam eden hayat ve iş treninden inmek ya da tren değiştirmek mümkün değildi. Ülkenin o zamanki şartları dahilinde, durmak bir seçenek değildi; tüm zorluklara ve engellere rağmen insan her zaman devam etmeliydi. İşte böyle bir ortamda, kurduğumuz fabrikayı satma firsatı geçti elimize. Çok kısa bir sürede fabrikayı satıp hayallerime kavuştum.

İş yaşantımı sonlandırınca, karadan denizi değil denizden karayı seyretmeye karar verdim. Şirketimin satışından elime geçen paranın bir kısmı ile içinde rahatlıkla yaşayabileceğim, dünyanın her yerine yelken açabileceğim teknemi aldım. "


Dünya seyahatine kızının adını (Anouk) verdiği 17 metre boyundaki; 57 RS model Nautor's Swan yelkenlisi ile çıkan İnözü, yolculuğa Bodrum’dan başladı. Nisan 2004’te başlayan dünya turu 2007'de sonlandı. 

Seyahatini; "Dünya Varmış" adlı kitabında anlattı. 


"Kitabımda dünya turum süresince gördüğüm güzel yerleri, iyi insanları ve hoş deneyimleri olduğu kadar; kötü tecrübeleri, yanlış davranışları ve yer yer sefalet içindeki insanların durumlarını da sizlere aktarmaya çalıştım. Buradaki amacım, sizi özendirip aynı işi yapmanıza ön ayak olmak ve sizlerle ortak bir hayali paylaşmakla beraber, madalyonun diğer yüzünü de gözlerinizin önüne getirmekti. Hayaller olmadan yola çıkılamaz ancak şunu da belirteyim, denizci olmak için hayal kurmak yetmez. Tekne yaşamını ve zorluklarını kabul etmeniz lazım çünkü denizdeyken her an kendi kendinizi sınıyorsunuz. Gecelerin, gökyüzünün, gün batışının veya doğuşunun sihrinde kayboluyorsunuz. Sonra bir de bakıyorsunuz seyahat sona ermiş ve geride unutulmaz anılar size el sallıyor. Öyle güzel anılar ki kitabımı yazarken kullandığım her kelimede ve seçtiğim her resimde aldığım keyif, bana seyahatimi bir kere daha yaşattı. 

Sizlerle bir konuyu daha paylaşmak istiyorum: biz denizciler de balıkçılar gibiyizdir, olayları biraz şişiririz. Yakaladığımız balık 5 kilodan 10 kiloya çıkıverir, okyanus veya uzunca bir seyahatin sonunda karşılaştığımız fırtınaysa 35 knot rüzgârdan 55 knota yükseliverir. Bazen de 6 knot olan hızımıza 9,5 knot deyip kendimizi mutlu ederiz. Dalga yüksekliğiyse bambaşka bir konu: iki katlı ev boyu dalgalar vs. okuyanın veya dinleyenin dikkatini cezbetmek içindir.

Şimdi siz de bana "Ya, sen hiç mi palavra atmadın?"diye soruyorsunuzdur. Tabii ki her denizci gibi ben de attım ama neyin ne kadar doğru olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum, denizci arkadaşlarım.

Biz deniz hakkında bu kadar konuşuruz da deniz hiç mi konuşmaz, hiç mi dinlemez? 
Şarkı söylemez mi, gülüp eğlenmez mi, yeri geldiğinde de kızmaz mı? Hayatım boyunca denizle iç içe bir yaşam sürmüş oluşum, denizi dinlemeyi ve onunla konuşmayı öğrenmemi sağladı. Sanırım denizlerin benimle konuşmasının nedeninde ona duyduğum sevginin olduğu kadar, korkuyla karışık saygıdan da etkisi vardır. Siz, size saygı göstermeyen birisiyle iletişim kurabilir misiniz?

İşte bakınız, küçük bir parçasını okuyunuz… Yıllardır ruhumda taşıdığım, iç içe yaşadığım ve beni kıtadan kıtaya taşıyıp güzelliklere götüren tüm dünya denizleri bana neler anlatmışlar…

"Bizim denizimiz Akdeniz, Süveyş Kanalı'nın sonunda bizi bekliyordu. Akdeniz'e sinirli bir gününde vardık, karşı gelmedik , bizi istediği yere götürmesine izin verdik ve kendimizi Göcek yerine İsrail'de bulduk. Bu yolculukta az da olsa tecrübe kazandığımı o zaman anladım ve dümeni hemen denizin 'git' dediği yöne kırdım. Sonra biraz sakinleşti, rüzgârın yönünü değiştirdi ve evimize selametle gelip, Göcek Marina'da arkadaşlarımın ikram ettiği şampanyayı yudumladım. Bu arada, çaktırmadan bir bardak da Akdeniz'e ikram ettim.

Her yanı modern haberleşme cihazları ile donatılmış olan teknemde, en önemli mesajların denizin kendisinden geldiğini anladım. Bu modern cihazlar olmadan aynı gezileri yapanların denizle iletişimleri çok daha ilginç olmalı diye düşünüyorum.

Siz de denize kulak verin, mutlaka yolunuzu gösterecektir."


Sudan çıkmış balıklar...

Dünya turunu tamamladıktan sonra, üniversite diplomamı aldığım veya askerliğimi bitirdiğim günkü duygularıma benzeyen hisler yaşadım. Eee, gezdik geldik işte ne oldu? Keyifli bir yolculuk yapıp güzel şeyler gördük, tamam. Ya sonrası? Kocaman bir boşluk hissi...

Şimdi ne yapacağım, acaba normal hayata dönebilecek miyim? Üç yılı aşkın bir zamandır görmediğim arkadaşlarımla karşılaşmamız ne tür hisler uyandıracak? Evet, birbirimizi özledik ama şimdi dünya turumu anlatarak onların tek düze hayatlarını nasıl etkilerim? gibi onlarca düşünce beynimi kemiriyordu.

Döndükten sonra karşılaştığım insanlara, sadece soru sorulursa kısaca cevap veriyordum. Daha fazlasının ukalalık olacağını hemen hissettim. Doğrusu kimse de öyle çok soru sormadı… Ben de şimdilik normal hayata dönme işini erteledim, harıl harıl teknemi ikinci bir yolculuğa hazırlıyorum.


Bu kitabı yazdıktan sonra düşündüm de ben, normal bir insanın:

200 senede seveceği kadar sevdim,

200 senede gezebileceği kadar gezdim,

200 senede kazanabileceği kadar kazandım,

200 senede ödeyeceği kadar vergi ödedim,

200 senede edineceğinden fazla arkadaş edindim,

200 senede çalışabileceğinden fazla çalıştım.
Allah'ım, sana şükürler olsun...
Yelkenlerinizi dost rüzgârlarların doldurması dileğiyle..."


Yazı ve fotoğraflar ve seyahate ilişkin tüm detaylar için : http://www.ekreminozu.com


  • 57 RS model olan Anouk, 1998 yılında Finlandiya'da Nautor's Swan yapımı olup, sadece 7 adet üretilmiştir. 

Toplam Uzunluk : 17,88 m 
Omurga Uzunluğu : 17,88 m 

Su Hattı Uzunluğu : 13,57 m 

Genişlik : 4,85 m 

Su Çekimi : 2,7 m 

Net Ton : 24500 kg 

Gros Ton : 27.300 kg 
Safra Ağırlığı : 9230 kg 
Yakıt Kapasitesi : 1050 litre 
Su Kapasitesi : 1030 litre 
Motor : Perkins Sabre M 135 92 kW (125 SHP) 
Jeneratör Seti : Westerbeke 6K VA

    Ekrem İnözü, bir kaç yıl sonra tekrar yola çıkıyor ve  Akdeniz, Atlantik, Madeira, Yeşil Adalar, Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Şili tecrübesini yazdığı "Dünya Varmış 2" kitabında anlatıyor..

    Kendi cümleleri ile  diyor ki; " Anouk ile dünyanın ucuna yolculuk. Akdeniz, Atlantik, Madeira, Yeşil Adalar, Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Şili. Dünya denizlerinde geçen 20 yıl ve 100.000 milin öğrettikleri. 

    Teknem ile uzaklara gidip ordaki hayatları yaşamak istememin nedeni; bir şeylerden kaçmak, bir şeyleri ispatlamak ya da topluma arkamı dönüp "medeniyetten" uzak bir yaşam sürmek değil. Kendi iç dünyamı keşfetmek, sınırlarımı zorlamak, yapılmayanı yapmak gibi amaçlarım yok. Bu geziyi ve diğerlerini dünyayı görüp kendimi eğitmek için yapıyorum. Örnek olmak, kahraman ilan edilmek hiç derdim değil. 
    "EN"siz ve "İLK"siz, keyfe keder bir gezi... Dersem de inanmayın zira Ushuaia'da "EN" lezzetli muhlama bizim teknede pişti. Horn Burnu civarında Kısmet'in zulasından çıkmış "EN" lezzetli rakıyı 10 bin yıllık buzuldan kopmuş buzla biz içtik. Kuzey yarıkürede yakaladığımız balığı güney yarıkürede tekneye alan "İLK" tekne yine biziz. Pia Buzulu önünde "İLK" pastırmalı yumurtayı da biz mi yedik? Onu bilemiyorum... 

    Geziyor, değişik ülkeler, insanlar görüp o uzak ülkelerin hayatlarını yaşıyorum. Gezdiğim ülkenin insanlarına ait yaşam tarzlarıyla, ülkelerin ekonomileriyle ilgili karşılaştırmalar yapıp iyisini, kötüsünü anlamaya çalışıyorum. Farklı toplumları gözlemlemek çok öğretici bir şey. Memleketimin gözlediğim ülkelerden daha iyi olması en büyük arzum. "

devamını oku →

Haldun SEVEL / Annem bir deniz kızıymış,babam ise bir yunus…

Koştum,koştum denize doğru…Kıyıya vardığım,denizime kavuştuğum o an var ya,ah anlatamam…Diz üstü çöktüm,kumsaldaki minik dalgalarla öpüştüm.Denizle sevişesim geldi,gözlerimden deniz damlaları aktı.Avuçlarıma aldığım denizi öpüp kokladım.O bir avuç deniz mavi yeşil turkuvaz çağıldadı,bana bir şeyler anlattı.
Unutmamam için denizin sesi bana anlatır,hep anlatır…
Annem bir deniz kızıymış,babam ise bir yunus…
Öyle söylüyor,böyle anlatıyor bana deniz…
Ben bir zamanlar bir yunus balığı iken,çok sevdiğim bir kız arkadaşım varmış,adı Delfin’miş.
Onunla yüzer,onunla dalar,yelkenli teknelerin peşine takılırmışız,sonra hızlanıp hızlanıp tıpkı su kuşları gibi gökyüzüne fırlar,havalara yükselir yükselir,sonra ‘güüm fooşşt’ diye denize düşermişiz.
Evet,evet hayal meyal hatırlıyorum,Delfinciğim ile öyle mutluyduk ki,ıslak bedenlerimizi denizin maviliğinde birbirine sarar sevişir gibi oyunlar oynardık.
Sonra bir gün,karanlık mehtapsız bir gecede ne olmuş biliyor musunuz? Ne olduğumu önce hiç anlayamadım.Bir Koca Reis’in ağına takıldım.Delfinciğim acılar içinde denizde kaldı,miller miller boyunca o balıkçı teknesinin peşinden geldi.Onu bir daha hiç görmedim.
Fakat Koca Reis çok iyi bir insandı.Beni evlat edindi,bana insan gibi konuşmayı öğretti,yeni elbiseler giydirdi,okula gönderdi,yıllar yılı…
Ama ben Delfinciğimi de o masmavi Arşipel’i de (Ege’nin antik çağlardaki ismi) hiç unutmadım,unutamadım.Bir insan gibi yaşamak bana çok çok zor geldi,insan olmayı hiçbir zaman sevemedim.Evlerde,sokaklarda yaşamaktan hep nefret ettim.Hep hep denizlerime o masmavi Arşipelime dönmek istedim.
Sırf bu yüzden yıllaryılı yslnız başıma deniz kenarına gitmem yasaklandı.Hele geceleri,öyle kederlenir ve ağlardım ki…
Ah bilemezsiniz,ışıl ışıl deniz geceleri bu dünyadan öyle uzaktır ki…
Bende hayallerimde yaşardım denizi…Kayığımla,evet hayallerimdeki kayığımla,süt beyaz camdan yapılmış koca bir ampul gibi parlayan dolunayın aydınlığında,yakamozların pırıltıları içinde giderdim.Denizleri ‘şırrtşıırf’ diye yırta yırta gitse kayığımın balta boş bodoslaması…
Ahh,öyle uzaklara,öyle açıklara,öyle derinlere,binlerce binlerce kulaç derinlere gitsem…
Ve orada demirlemek için denize çapamı atsam.Çapanın dibe kadar inmesi bir hafta sürse.
Birgün ve bir gün,birden koca bir delikanlı oldum.Artık “Hayır,yalnız başına denize gidemezsin” sözleri beni durduramaz oldu.Vatan hasreti öyle yakıyordu ki yüreğimi…Koştum,koştum denize doğru…
Kıyıya vardığım,denizime kavuştuğum o an var ya ah anlatamam…Diz üstü çöktüm,kumsaldaki minik dalgalarla öpüştüm.Denizle sevişesim geldi,gözlerimden deniz damlaları aktı.Avuçlarıma aldığım bir avuç denizi öpüp kokladım.O bir avuç deniz mavi yeşil turkuvaz çağıldadı,bana bir şeyler anlattı.Bana alın yazımı hatırlattı.O dayanılmaz çağrısını iliklerime kadar hissettim.Gelgelelim deniz bana yasaktı,denizde yaşamak yasaktı…Bana hep “Adam ol,çalış,çok kazan her şeye,her şeye sahip ol” diyorlardı.Çok çalışıp çok kazanırsan sevileceksin,sevgi görmek için kazanmak zorundasın!..
İyi ama benim elim kolum bağlı o zaman…Hayır,bir yerden bir yere gönderilen bir kargo paketi gibi,doğumdan ölüme gönderilmek istemiyorum,hayır…
Bütün cennetlerin rüzgarlarıyla sevişip beni koynuna çağıran denizim,benim olmalı…Bu deli denizin gümüşi ışıltılanıyla öpüşerek gelen meltem,benim olmalı…Başımı uzatıp ciğerlerime çektiğim rüzgarlarla orsa eden yelkenlerim olmalı…
Tanrım duy beni…Ölen bir dip balığı gibi renkten renge geçen o ilahi güneş batımları,benim olmalı…
Kuşu uçmaya çağıran gök,rüzgarı esmeye çağıran deniz,benim olmalı.Ben vatanımı istiyorum…Esen rüzgar kulaklarıma doğuyor.Siz rüzgarca bilir misiniz? Ben bilirim.Zor değildir öğrenmesi;bir avuç deniz suyuna hasret kaldıysanız,öğrenirsiniz,tuz kokulu ılık meltemlerin hasret türkülerini duyarsınız.”Bu ömür senin ömrün” diye esiyor rüzgarlar,”Onu karartma gel,ufuklara doğru yuvarlanan köpüklü dalgalarla oynayalım” Oysa ben,sokaklarda,evde,işte her yerde,gurbetteki bir yabancıymışım gibi,gerçek yurdum,benim vatanım olan denizlerin hasreti ile yanıyordum.
Ne ev,ne bark,ne soy,ne sop,ne iş güç…Ben hep vatanımı istedim.Milyarlarca dönüm açık engin masmavi denizlerimi istedim.
“Rahatın yerinde,ne eksiğin var? Daha ne istiyorsun?” sözleri beni deli ediyor.Ben bilinmeyen bir ülkenin yolcusuyum,o masmavi ülkenin hasreti ile yanıyorum.
Böylesi yandığım zamanlar,bakışlarım hep ufuklara kadar uzanır uzanır ve erirdi,buğulanırdı gözlerim,gözyaşlarından ufukları seçemezdim.
Öyle zamanlarda,deniz kenarındaki minik dalgalar hep ayaklarımı öperdi.Ve o iyot kokan nefesi ve sesi ile bana aşık olmuş şahane bir kadın gibi “Gel,gel” diye bana şarkılar söylerdi deniz…
-Gel,gel,gel koynuma gi,seni içime alayım,ben senin mavi gözlü,yosun saçlı,dalgalardan dudaklı sevgilin değil miyim? Gel,sana koynumda can vereceğim,sana evlatlar vereceğim,sana huzurlu bir ruh vereceğim,Tanrı’nı geri vereceğim gel…Niçin orada bir taş bir moloz yığını gibi duruyorsun? Gel…
-Görmüyor musun her gün aynı kavga,her yerde yaşanan insan kadavraları…Birbirlerine balıkçı dükkanlarında satılan o ölü balıkların donmuş ve cansız bilye gözleriyle bakıyorlar.
Hava kirliliği ile dolu gök kubbenin ağır kabusu gönülleri ezip,acımasızca yam yassı ediyor.Her tarafta yağlı çamurlar indiren pis yağmurlar…
Saygısız müdür,huysuz geçimsiz kadın,saygısız evlat,küstah insanlar,ödenecek borçlar…
Ve masumluğa karşı bağışlamaz,kapkara bir hınç masumlara aptal diyorlar.Metroya binenler,taksiye binenleri çekemiyor…
Taksiye binenler,özel otomobillerine binenleri çekemiyor.Özel otolarına binenler,o pek pahalı dört çarpı dörtlere binenleri çekemiyor!..Evet,evet,tabii ki böyle,taa çocukluğumuzda bile,evin bir köşesinde hayallerimizle oynarken bile ‘vır vır’ edip delerlerdi hülyalarımızı.
Özümün,yüreğimizin ne istediğini bulabilmemiz için vakit ve fırsat vermezler,bizi sürekli iter,kakar,dürter ve buruştururlardı.Her türlü iki yüzlülüğe,yalana dolana,başkalarına saygısızlığa ve insanları çiğnemeye alıştırırlardı.
Oysa bilemezler ki,bu kafayla yaşlanıp,hiç tanıma fırsatı bulamadığımız,yaradılışın gerçek dünyasını az buçuk tanıdığımızda,yaşlı gözlerimizin maviyi araması artık sadece,bir koskoca hüzündür.Halbuki yaradılıştaki tanrısallığın gönüller dolusu güzellikleri vardır maviliklerde.Ömrümüz boyu yaşamaya mahkum edildiğimiz o dört duvarın dışında,burada hayatımız boyunca gördüğümüz korkulu düşlerin dışında…Ne tapınaklarda,ne mabetlerde,ne yatırlarda,ne türbelerdedir o gönüller dolusu güzellikler.Bilmezler ki bütün yeryüzü,denizler,ormanlar,dağlar Yaradan’ı sevenlere ibadethane kılınmıştır.Siz evet siz bayım,evet siz bayan…Siz kimsiniz? Sokrates’in soyundan mısınız? Yoksa Sokrates’e zehir içirenlerin soyundan mı? İsa’nın yüreğini mi taşıyorsunuz? Yoksa onu çarmıha geren Farisilerin yüreğini mi? Hazreti Ali’nin insanlığını mı taşıyorsunuz? Yoksa onu ibadet ederken sırtından hançerleyenlerin mi?Ehli Beyt’in annesi Fatıma’nın mı soyundansınız? Yoksa onun karnındaki Muhsin’i tekmeleyenlerin soyundan mı?
-Yahu bu gibi şeylerle aklını niye karıştırıyorsun? Baban Koca Reis’in malı mülkü yerinde,otur oturduğun yerde.
-Hayır,kaçacağım,gideceğim,ben kör değilim.Gök ve denizin o masmavi enginliğini,sonsuzluğu ile yüreğe gönüle akan güzellik insanda çirkinlik,hainlik bırakmıyor.Ben sizler gibi olmak istemiyorum.Denizin ve rüzgarın o özgür mavilikleri yel yel,dalga dalga sevince,okşayınca beni,içimde türküler doğuyor,cennetteki melekleri hissediyorum.Bu öyle bir hissediş ki anlatması zor.Tıpkı şey gibi…Tıpkı yeni evlenen bir insanın aşık olduğu eşi ile ilk gece,yalnız baş başa kalıp birbirlerini kollarına alıp sımsıkı sarılması gibi.İşte masmavi enginler böyledir,kuşu uçmaya çağıran gök,rüzgarı esmeye çağıran deniz böyledir.
Babam Koca Reis “Çalış” diyordu. “Çalış adam ol,çok paralar kazan,insanlığın lüzumu yok,uysal bir hayvan gibi ol…Zaten hayvandın,seni ben adam ettim.”
Tabutumdan sadece 5-10 metre daha büyük olan işyerimde birkaç bin lira daha fazla kazanırsam mı adam olacaktım? Hayır,ben sadece mutlu olmak istiyorum.Beni çağıran uzakların,o gurur nuru gibi rengarenk evrenimi hiçbir zaman yaratamayacak mıydım?
Gönlüm ve aklım böyleyken,engin gecelerin milyarlarca yıldızı bana gözlerini kırparak adalar denizinin yolunu gösterirken…Ne olursa olsun,beni tutamazlar artık,hayat dümenimi alın yazıma,pruvayı enginlere,gönlümü de denizlerin mavisine fırlatacağım.Zaten yıllardır gizli gizli beni vatanıma götürecek kayığımı yapıyorum.Önce rüyalarımda sonra hayallerimde inşa ettiğim kayığımı,artık ona dokunabiliyorum.
Hayaller zamanla gerçek olabiliyor,hayaller can bulabiliyor.O son günler yaklaştığında gerçekleşmek üzere olan hayallerim heyecanla dolmaya başladı.Kayığımın civadrası,bir bıçak ustasının elinden çıkma bir sürmene falçatası gibi sivri…Pruvası karşısına çıkacak her dalgayı jilet gibi kesecek kadar keskindi.
Birden iri kanatlı kapılar açıldı.Baltabaş bodoslamalı teknem denizi görünce can bulmaya başladı.Yelkenleri esen rüzgarla tanıştı,kımıldadı,canlandı.Kendi kendine açılmaya çalıştı.Önünde,tam önünde,en saf,en duru maviden pırıl pırıl ışıldayan o sonsuz enginlik rüzgarlarla şarkılar söylemeye başladı.
Kıyıya sokulan mutlu ve munis dalgacıklar sudan dudaklarını uzatıp uzatıp teknemin omurgasını ve benim ayaklarımı öpüyorlardı.Ah,ne şuh,ne edepsiz,ne baştan çıkarıcı bir davetti bu, “Seni sürtük” diye mırıldandım denize, “Fahişem,yosmam benim,kadınım.”
Gel,maviye,ışığa,güneşe,rüzgara,denize,ufka,açıklara,yaratılmış bu muhteşem güzelin koynuna gel…Dalgaların üzerine binip otur onların sırtına.Kabaran yüreğinle fırtınaları paçavralar gibi yırt gel.Yunus balıklarının,uçan balıkların,fokların yoldaşı ol gel…Gel seni koynuma alayım,güzellik neymiş gör,sana bunu yaşatayım.Sonra,evet sonra…Hiç kimse elleri ile itmeye kıyamadı kayığımı.Bir zamanlar yunus olan tüm deniz insanları,gönül gücüyle yapılmış kayığıma göğüslerini yasladı.Onu göğüsleri yani kalpleri ile itmeye başladılar.Denize değen kayığım ıslandı.Suya değdi,suyu öptü.Su da onu öptü.Deniz onu koynuna aldı,o da denizin koynuna girdi.Birbirleri için yaratılmış bu iki can,bir daha ölüm onları ayırana dek hiç ayrılmamacasına birbirleri ile karı koca oldular.
“Sen ölümlüsün,ben ölümsüzüm,seni beğenmiyorum” demedi deniz; onu bağrına bastı,ona sımsıkı sarıldı,onu öpüp kokladı.
Tıpkı evlendikleri ilk gece,sevdalı olduğu kocasını arzuyla,şevkatle ve aşkla koynuna alan taze bir gelin gibiydi deniz.
Haldun Sevel....
devamını oku →

Alim Kaptan... Açık denizlerin kaptanı...İşte yine gidiyorsun..

“Hayallere Yelken Açtım”

Alim ve Hattaya Sür çiftinin, dünya seyahatini anlattığı “Hayallere Yelken Açtım” kitabı, güzel bir üslupla yazılmış bir anı ve rehber kitap 2013 eylül'de Naviga yayınlarından çıktı.
Kitapta,Hattaya Sür’ün de nefis yemek tarifleri de yer alıyor.


Bu kitap bir hayalin nasıl gerçekleştiğinin örnek öyküsü olarak özetlenebilir... 
Daha çocuk yaşlarda iken büyük usta Sadun Boro’nun seyahatinden ilham alarak, yelkenle dünya turu hayalini yıllarca kafasında besleyip, daha sonra bir katamarana kavuşup, eşiyle birlikte hayallerini gerçekleştiren Alim Sür’ün yolculuğu dört buçuk yıl sürmüştü...

Alim Sür, Fethiyeli Türk denizci ve turizmci. Tayland doğumlu, Çinli asıllı Türk eşi Hattaya Sür ile birlikte 2003 yılında Prout 33 Quest marka katamaran teknesiyle çıktığı dört yıllık dünya turunu Haziran 2008'de tamamlamıştı. Eşi Hattaya ile evlenirken dahi dünya turuna çıkmayı şart koşan denizci, 16 Eylül 2003 günü Fethiye Ece Saray Marina’dan My Chance isimli Türk bayraklı ilk katamaran tekne ile seyahatine başlamıştı. İngiliz yapımı Prout, tek direk yelken bir katamaran olan My Chance, 9.75m. boyunda ve 4.40m. eninde bir teknedir.
Yolculuk süresinde zaman zaman fırtına mevsiminin geçmesini beklemek için teknelerini karaya çekip, bu süre içinde Türkiye'ye gelen Alim-Hattaya Sür çifti, yolculuklarını planladıkları gibi Sadun Boro'nun dünya yolculuğunun tamamlayışının yıldönümü olan 15 Haziran'da sona erdirmeyi başardılar.



Alim Sür kitabında şunları vurguluyor:

“Önemli olan uzun yolda seyir halidir... Yelkenli tekne, seyahat ederek yeni coğrafyalar keşfetmeyi seven insanlar için en iyi araçtır. Çünkü bir gezi teknesinin hızıyla dünyayı arşınlarken, yakalanan güzellikler çoğalır. En çok merak edilenlerin başında böyle bir seyahatin maliyeti gelir. Nedense tekneyle dünya turu, ‘Varlıklı insanların yapabileceği bir yolculuk!’ olarak yorumlanır. Aksine bu durum tamamen farklıdır. Bugünden geriye şöyle bir baktığımızda, dünya turu yapmış denizcilerin büyük kısmının teknelerinin çok mütevazı, bütçelerinin de kısıtlı olduğunu görürsünüz. Bunların en başında da hepimize ilham kaynağı olan ‘Pupa Yelken’in yazarı Sadun Boro gelir...”
Marmaris’ten yola çıkıp Akdeniz, Atlantik, Panama, Pasifik, Hint Okyanusu, Kızıldeniz, Akdeniz rotasında yaşadıklarını, ada ada, ülke ülke gittiği yerlerin özelliklerini hatta koordinatlarıyla birlikte demir yerlerini okuyucuyla paylaşan bu kitap, yeni gezginler için sanki yardımcı bir pilot veya rehber niteliği de taşıyor...
Alim Sür’ün kitabının arka kapağında ise büyük denizci Sadun Boro’nun bir tanıtım yazısı yer alıyor.

Alim Sür ve yeni başlayacağı yolculuğuna ilişkin 30 eylül 2013 tarihli Hürriyet gazetesinde çıkan Fatih Çekirge imzalı yazı şöyle başlıyor...

         "Bir okyanus sevdalısına güle güle demek isteyen kim varsa...

GECE yarısı bir balina çarpmıştı onlara...
Pasifik’te...Markiz Adaları’na doğru giderken...02-04 nöbetinde Hattaya vardı...Tekne bir sarsıldı. Öyle korktular ki...Sonra dev gibi bir balinanın koca kuyruğunu gördüler.
Sabaha kadar uyumadılar.
Çünkü intikamcı balinaların denizlerinden geçiyorlardı.
Alim Sür işte öyle bir kaptandır.
Dünyayı dolaştı geldi.
Son olarak Okluk Koyu’nda hayallerimizin Poseidon’u Sadun Abimizle oturmuştuk.
Açık denizleri konuşmuştuk.
Sadun Abi her zamanki gibi bana talimatlar vermişti:“Bak Çekirge, eğer bu güzelim koylara sahip çıkmazsan. Bu denizleri beton canavarlarına müteahhitlere yedirtirsen kanatlarını yolarım...”Okluk’da Kaptan Mustafa’nın yerinde güneş henüz batmıştı.
Alim Kaptan’ın gözleri uzaklara doğru dalıyordu.O zaman anlamıştım.
Yine açık denizler çağırıyordu içindeki korsanı...Biz genelde böyle gidip de gelmemek ihtimali olan açık deniz yolcuları için ayrılacağı son limandan giden denizcileri selamlayarak uğurlarız.Osman Atasoy Kaptan’a dedim ki?“Bu defa gidip uğurlamak yerine birer deniz satırı yazalım Alim ve Hattaya Kaptan için...”“Tamam” dedi Osman...Biliyorum, “Tamam” derken de içinden fırtınalar geçmişti.
Osman ve Sibel, Antarktika’ya çıkan ilk Türk denizcileridir.
Ama ondan önce, benim kalbimi denizlere açan ilk dostumdur.Ondan rica ettim.Kırmadı.
Bazı isimler verdi Alim Kaptan’a güle güle mesajı yazsınlar diye...Elbette önce Sadun Abimiz...Sonra sırasıyla, Necati Zincirkıran, Haluk Karamanoğlu, Hakan Öge, Ekrem İnözü, Tanıl Tuncel...ve ben de ekliyorum.
Meriç Köyatası ve daha hangi denizcinin gönlü varsa bir güle güle mesajı göndersin Alim ve Hattaya için...Gidip de gelmemek var.
Denizlerimizin kıymetini bilen kim varsa kısa bir mesaj, pupasından göndereceğiz Alim Kaptan’a...
 İlk mesaj Osman Atasoy’dan:
“Alim Kaptan...
Açık denizlerin kaptanı...Aynı zamanda sessizliğin ve alçakgönüllülüğün de kaptanı...İşte yine gidiyorsun.
Uzun süre duramadın bu kalabalık sularda, değil mi!Yeniden okyanuslara çıkacağın için en az senin kadar sevinçliyim.
Pruvan neta, şansın açık olsun...”
devamını oku →

TCG / TCB

Cumhuriyet Donanması 29 Ekim 1923 günü kuruldu. O tarihten itibaren Türk savaş gemileri “TCG” yani Türkiye Cumhuriyeti Gemisi unvanına kavuştu.

Aynı zamanda Donanma ve onu destekleyen tüm kara birimlerine TCB, yani Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi unvanı verildi. 

Ondan önce Osmanlı savaş gemileri Padişaha ait anlamına gelen Hümayun lakabı ile anılırdı. Örneğin Kosova Kalyonu Hümayunu gibi. Bugün emperyalizmin, yerli işbirlikçiler ile ulus devletin yani TC’nin denizlerdeki hayati çıkarlarını koruyan 40 Amirali ve 400 seçkin denizcisini yok etmeye çalıştığı şanlı Cumhuriyet Donanmasının 300 savaş gemisinin isminin önünde TCG, 36 helikopter ve 10 uçağının borda numarası önünde TCB ve 40 bin deniz erinin şapkasının alın üstüne gelen şeridinde kocaman TCB rumuzu vardır. Diğer bir deyişle TCB, Türk denizcisinin alın yazısıdır.

Ulus devletler Donanma kurabilir


TCG ve TCB, bahriyenin tüm unsurlarının bir bakıma soyadıdır. Cumhuriyet, ümmetten ulusa ve kuldan vatandaşa geçişi gerçekleştirirken, Cumhuriyetin donanmasını oluşturan savaş gemisine de TCG soyadını vermiştir. Aslında bu evrensel uygulama dünyadaki tüm ulus devlet donanmalarında uygulanır. Zira ulusal çıkarlar için oluşturulan donanmaları ancak ulus devletler yaratır ve işletebilir.Her savaş gemisi, isminden önce aidiyetini taşıdığı ulus devletin bahriye rumuzunu yani soyadını taşır. Örneğin küresel çapta, Türkiye dahil, kendi çıkarları ile uyuşmayan ulus devletleri yok etmeyi kendine vazife bilen ABD’nin savaş gemilerinin başında da, USS-United States Ship, yani Birleşik Devletler Gemisi, rumuzu vardır.

Savaş gemisine kimliğini ulus devlet verir


Bir savaş gemisinin ait olduğu ulus devletin soyadını taşıması, ona bayrağını dalgalandırdığı sürece büyük ayrıcalıklar verir. Zira savaş gemisi vatan toprağı ve aynı zamanda devletin ta kendisidir. Teknesi vatanı temsil ederken, bayrağı ve personeli de devleti temsil eder. Bu nedenle bir dünya geleneği olarak savaş gemileri milliyetine bakılmaksızın ticaret gemileri ve diğer sivil gemiler tarafından bayrak mezestre edilerek (bayrağı yarıya indirip tekrar yukarı çekerek)selamlanırlar. Savaş gemisi de bu selama aynı şekilde karşılık verir. Savaş gemisi kendi karasularının dışına çıktığı andan itibaren uluslararası hukuka tabi olur. Yani egemen bir devlet gibi hareket eder. Yabancı ülke kara ve iç suları ile limanlarında hukuk süjesi olarak diplomatik dokunulmazlıklara sahiptir. O savaş gemisine polis, jandarma giremez. Bu nedenle bir Türk savaş gemisinin komutanı devleti temsil ettiğinin bilinci ve onuru ile hareket eder. O gemi TCG soyadını ve Türk bayrağını taşıdığı sürece bir gemi komutanı ve personeli ister savaş ister kriz ister barış dönemi olsun asla teslim olmaz. Başına çuval geçirtmez. 

Bu nedenle her gemi komutanı savaş gemisini millet adına teslim alırken aşağıdaki yemini eder.
“Şahsım ve personelim adına, Türk Sancağını denizlerde şerefle dalgalandıracağıma, görevimi ifada hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağıma, gemimi ve personelimi her an harbe hazır tutmak için azami çabayı göstereceğime, Yurdumun şeref ve namusunun korunmasında görevim bulunduğunu, komuta sorumluluğumu, ulusal ve uluslararası hukuk ile bahriye geleneklerini asla unutmayacağıma, TCG Yavuz (örnek olarak verilmiştir), seni başarı ve zafere götürmek için her türlü gayreti göstereceğime Türk milleti huzurunda namusum ve şerefim üzerine ant içiyor, bayrağımı öperek seni teslim alıyorum.”


Benzer şekilde bir Tük savaş gemisi törenle denize indirilirken onu denize indiren bayan şu sözleri sarf eder:
“Türkiye Cumhuriyeti Gemisi Yavuz, seni denize indiriyorum. Vatanıma, milletime hayırlı ve uğurlu olmanı, şanlı Türk Sancağını dünya denizlerinde şerefle ve başarıyla dalgalandırmanı diliyorum. Denizlerin sakin, pruvan nete, rüzgârın kolayına, bahtın açık olsun.”

Vatan, Millet, Türk Sancağı, Şeref ve Namus


Öne çıkan terimler, vatan, millet, Türk Sancağı, şeref ve namustur. Evet, savaş gemisi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hem namusu hem de bir “micro cosmos”udur. Gemi Komutanı alt kimliği ile Çerkez, İkinci Komutanı Laz, Çarkçıbaşı Kürt olabilir. Ama o savaş gemisi Türk savaş gemisidir. Yani ulus devlet aşamasını ve bir donanma kurabilecek ulusal birlikteliği başarabilmiş, milliyetler topluluğundan ulusa terfi edebilmiş bir devletin savaş gemisidir. Bu nedenle bir ulus devletin temel yapısını bozmak için en önce donanmaları yıkılır veya yakılır. Ulus devlet emperyal çıkarlar uğruna ortadan kaldırılınca, geride kalanlar küresel egemenlerin jeopolitik tertiplerinde paralı asker ya da paralı donanma olurlar. Bakın Yugoslavya’ya. İç savaş çıktığında en önce parçalanan Donanması oldu. Bakın Irak’a. Son körfez savaşında işgal orduları ve donanmasına karşı tek bir mermi atmadan teslim oldular. Çünkü general ve amirallerinin çoğu ABD tarafından yüksek paralarla satın alınmıştı.

Türk Ordusu ve donanmasının teorisi Mustafa Kemal’dir


Emperyalizm dünyanın her yerinde kendi çıkarlarına hizmet etmeyen ulus devlet yapısını yerli işbirlikçilerle bozarken öncelikle önlerinde en büyük engel olarak gördükleri silahlı kuvvetleri çeşitli yöntemlerle etkisiz hale getirirler. Türkiye’de amiral ve generallerin parayla satın alınamayacağını bilerek bu işi,yerli hainler, isimli davalar, sahte CD ve yalancı tanıklar ile çözmeye çalışıyorlar. Ancak artık halkımız uyandı. Geri dönüşü olmayan süreç tersine işliyor. Emperyallerin ve yeri işbirlikçilerinin görmezden geldikleri bir şey var. Türk ordusu ve donanmasının teorisi Mustafa Kemal’dir. Nasıl ki o, en zor anlardan, “tamam bitti artık” denen dönüm noktalarından Türk ulusu ile birlikte aydınlığa çıkabilmiştir, bugün de aynı kader geçerlidir. Türk askeri ve denizcisinin kalbinde Atatürk, savaş gemisinin ve bahriyenin TCG ve TCB’sinde TC perçinlidir. Türk ulusu ve Türk gençliğinin kalbinde de Türk askeri ve denizcisi perçinlidir.

Sömürgeler denizde bayrak dolaştıramaz


Bir adım daha gidelim. 1969 yılından itibaren Türkiye Cumhuriyetinden dünyayı yelkenle dolaşan ilki Sadun Boro olmak üzere 12 amatör denizci çıkmıştır. Bunlardan birisi de Ekrem İnözü’dür. 2007 yılında tamamladığı dünya seyahatini anlattığı “Dünya Varmış” isimli kitabının giriş kısmında şunu söylüyor:

“Yelkenli ile dünya turu yapanlar arasında, sömürge olmuş bir milletin denizcisine rastlamadım. Denizlerde bayrak dolaştıranlar, genelde hür yaşamış ülkelerin yelkencileriydi. Bana Türk bayrağını dünya denizlerinde dalgalandırma fırsatı veren Atamıza bir kez daha teşekkürler. Nur içinde yatsın.”

Başka söze gerek var mı?


Not: değerli komutanım Tümamiral Cem Gürdeniz yazısıdır.İnşallah kısa zaman sonra özgürlüğüne kavuşur..Vural PERK 
devamını oku →

Ayfer Er, dünyayı dolaşan yedinci Türk denizci ve ikinci Türk kadını..


1993 yazı... İstanbul’da stilistlik yapan Ayfer Er, Datça’ya tatile gider... Bir akşam üzeri deniz kenarında otururken, arkadaşları koyda demirlemiş yelkenlilerle ilgili konuşmaya başlar... Teknelerden biri Er’in dikkatini çeker... Teknenin bir ‘Hallberg Rassy’ olduğunu öğrenir... İşte o merak ettiği tekne hem ona aşkın kapılarını hem de denizlerde beş yıl sürecek bir dünya turunun yolunu açar... Ayfer Er, 15 günde aşık olduğu İsveçli mühendis Göran ve bir Hallberg Rassy ile tam beş yıl sürecek dünya yolculuğuna yelken açar. 1993 yazında Datça’da başlayan seyahat 1998’de Antalya’da biter... 
Er, dünyayı dolaşan yedinci Türk denizci ve ikinci Türk kadını olarak tarihe geçer... (Birincisi Zuhal ATASOY) 

Ayfer Er'in anlatımı ile yol ve yolculuk hikayesi ;

İstanbulluyum aslında. Mesleğim stilistlik. 1993’te hem arkadaşlarımı ziyarete hem de tatile Datça’ya geldim. Bir ay kaldım. Eski eşim Göran’la tanışmamızla başladı her şey. Teknelere çok meraklıydı. Ben ise pek anlamıyordum. Bakıyor, sorular soruyorum. Her sorduğumu anlatıyor bana. İşte, “Bu, şu cins, bunun özellikleri şöyle” diye... “Nereden anlıyorsunuz?” dedim. O da, “Belirli özellikler var, oradan anlıyoruz” dedi. Çok güzel bir tekne gördüm, “Peki, şu ne?” dedim. O da, “O bir Hallberg Rassy ve teknelerin Rolss Royce’u” dedi. Sonra o tekneyle birlikte dünya seyahatine çıktık. Kaderimi işaretlemişim aslında ben hiç bilmeden onu sorarken. Ben öyle şeylere çok inanırım. Önce Simmi’ye gittik. Sonra, tanıştıktan 15 gün sonra bana, “Malta’ya kadar gidelim, geçinemezsek seni geri dönersin, ben dünya seyahatine giderim” dedi. 15-20 gün sonra İstanbul’a döndüm, Yunan vizemi aldım. 15 gün sonra yola çıktık. Malta’ya uğramadık bile. İtalya’dan geçtik, devam ettik. Gideceğimiz gece arkadaşlarım, “Adam katil midir nedir, bilmeden nasıl cesaret ediyorsun” dedi. Ben, “Boş verin, anlaşamazsak döneceğim” dedim. Gidiş o gidiş... Tamamen macera. Cebelitarık’a kadar geldik. İspanya’ya geçtik. Orada kaldık. Bir ara Türkiye’ye döndüm. Kanarya Adaları’na gittim ve oradan tekrar tekneyle devam ettik. Seyahat beş yıl sürdü. Ama bazı yerlerde mevsime göre kaldık. Örneğin oradan kasım-şubat arasında geçebiliyorsunuz. Çünkü rüzgarlar öyle. Okyanusta çok farklı esiyor rüzgarlar.Denizciliği hiç bilmeden çıktım yolculuğa. Sadece marina arkadaşlarım vardı. Yani teknelerine gidip, misafir olduğum. Onun haricinde fazla bilgim yoktu. Eşim İsveçli zaten o çok iyi biliyordu. 

Cahil cesareti derler ya... Örneğin, Atlantik’te hiç korkmadım. 

Kocaman kocaman dalgalar var orada. Ama orada işi çok iyi bilmiyordum. Bilmeyince insan korkmuyor. Pasifik’te Panama’dan Galapagos’a çıktık. Galapagos’a kadar dümdüz bir denizdi. Ama orada mide bulantım tuttu. Çünkü denizi öğrendikçe korku ortaya çıktı. Anladım ki, korkuyla mide bulanıyor. Çünkü deniz dümdüzdü. Atlantik’i geçtikten sonra bilir ve korkar oldum. Hindistan’da Koçin’den çıktık Umman’a giderken... Balina kuyruğuna çarptık. O bize çarpsaydı giderdik. Çok büyük çünkü. Denizde seyrederken, yarım saatte bir yukarı kontrole çıkıyorduk. Birden bir sarsıntıyla irkildik. “Ne oluyor” dedik ve çıkıp baktık. Sanki bir gemiye çarpmışız gibi bir sarsıntıydı. İleriden balinanın o büyük sesini duyunca anladık. Balinalar da nefes alabilmek için deniz yüzeyinde uyurlarmış. Anladık ki, ona hafifçe çarpmışız. Ondan sonra zaten Umman’a kadar uyumadık.

En çok etkilendiğim üç ülke sayabilirim. Venezüella, Avustralya ve Tayland. Tayland’a yerleşmeyi bile isterdim. Düşünün bir orman içinde orkide yetişiyor ve insanları çok sakin.



Sydney

En uzun seyir 23 gün sürdü... Galapagos’tan Markiz Adaları’na...
En korktuğum deniz Kızıldeniz... Çok korkunçtu. Rüzgar hep kuzeyden güneye esiyor. Dar bir deniz olduğu için dalgalar hep küçük küçük. Dolayısıyla siz gidiyorsunuz gidiyorsunuz ama aslında gidemiyorsunuz. Dalgalar geri atıyor. Teknemiz bozuldu. Bir arkadaşımız bizi 60 mil çekti.
Toplam 47 ülke gördük...5 yılda 60 bin dolar harcadık. 
Göran makine mühendisiydi. Mesleğiyle ilgili kitap yazmıştı. Ondan oldukça iyi bir geliri vardı. Evde yaşamak gibi değil, denizde yaşamak. Aslında her şeyi kendin yaptığın için masraf da öyle çok değil. Beş yılda 60 bin dolar harcadık. Motor var ama genelde hep yelkenle gittik. Yelkenden çok sıkıldığım zamanlar oldu. Mesela karşıda adayı görüyorsunuz, 60 mil var. Biz üç gün denizde Pasifik’in orta yerinde bekliyoruz rüzgar çıksın diye. Gece uyuyoruz kalkıyoruz, üç günde ancak 4 mil aşağıya doğru kaymışız. Çarşaf gibi okyanus. Sonra üç gün sonra bir fırtına başlıyor. İşte o zaman motoru kullanıyoruz. ‘İyi ki motoru, benzini harcamamışız’ diyoruz, çünkü o zaman çok ihtiyaç oluyor.
Tekrar gitmek istemedim. Doymuştum. 
Tekneyle gittiğin zaman bulaşık yıkıyorsun, çamaşır yıkıyorsun, yemek, ekmek yapıyorsun. Geceleri uyumuyorsun. Sürekli yelkenle ilgileniyorsun. Gençken yapılıyor bunlar. Benim için bitti deniz. Bir daha yapmaya, tekrar tekrar adrenaline ihtiyacım yok. Aslında dünyayı tekneyle dolaşan ilk Türk kadını Zuhal’le (Atasoy) düşündük, ama sonra tembellik ettik.

Döndükten 1-2 sene sonra ayrıldık. Benim çalışmam, para kazanmam lazımdı. “Gel, İstanbul’da yaşayalım” dedim, apartman hayatı onu sarmadı. Benden 13 yaş büyük. Kemer’de kaldı. 
Göran’dan sonra aşık olmadım. Tekrar evlenmedim. O sondu. Seyahat den geldiğimde 45 yaşımdaydım zaten.

Sonrasında Foça'ya yerleştim..

Meme kanseri olduktan sonra... Altı ay süren tedavim sonrasında babamı da kaybetmiştim... “Bütün dünyayı gezdim, Türkiye’yi tam gezmedim” diye düşündüm. Akdeniz’i biliyordum ama Ege’yi bilmiyordum. Moral gezisi olarak tek başıma bindim arabama. Gördüğüm her yerde durdum ve tüm Ege’yi gezdim. Ne Ayvalık’ı biliyordum ne Çanakkale’yi... Foça’ya girdim. Bayıldım... Dönüşte de yine uğradım. Kasımdı. Çok sevdim. Bu evi buldum. “Kesinlikle burada yaşamak istiyorum” dedim. Dünyayı gezdim ama Foça’ya aşık oldum, hala da aşığım. Dört sene oldu yerleşeli.Mesleğimden çok uzaklaşmadım. Resim, heykel yapıyorum. Dikiş dikerim. Elimden her iş geliyor. Hayvanları Koruma, Kitap Kulübü... Hiç boş vaktim olmuyor.

Kitap yazmayı düşündüm. Hep, “İlhamım, İlhami gelecek” dedim ama senelerdir gelmedi (!) Pek yazıcı biri değilim.


Kadın olduğum için anıttan çıkardılar
Ataköy Marina Yat Kulübü, 2001’de, “Ayfer Er Yat Yarışı Kupası” düzenledi. Bodrum Açıkdeniz Yelken Kulübü de dünyayı dolaşan denizcilerimiz adına düzenlediği yarışların bir ayağını “Ayfer Er Kupası” olarak yarıştırdı. 2005’te... Ancak, Kalamış’ta, dünyayı dolaşan denizcilere teşekkür amacıyla yapılan anıtta bana yer verilmedi. Önce ben de olacaktım. Aradılar, “Heykel dikilecek” dediler. İstedikleri şeyleri hazırlayıp gönderdim. Bir hafta kala tekrar aradılar, “Sizi koymayacağız. Çünkü eşiniz ve tekneniz Türk değil” dediler. Ben de, “Haklısınız” dedim ama aradan zaman geçip heykelde benzer durumdaki başkalarının olduğunu görünce sinirlendim. Benim tarafımda olan çok insan oldu, ben sesiz kaldım. Bir yerde haklılar, bir yerde haksızlar. Sırf kadınım diye aslında... Onlar heykelimi koysa da koymasa da ben dünyayı dolaştım. Heykellerin yıkıldığı zamanda benim heykelim yıkılmış yıkılmamış... Hiç alakasız insanlarınkilerin konulduğunu duyunca üzüldüm.




Konuya ilişkin bir haberde; Yazar ve Yelkenci Sezar Atmaca şunları belirtiyor:
AYFER ER DENİZCİLER ANITINDA UNUTULDU... 
“Duvarlarına panosunu asan Ataköy Marina’dan, adına kupa düzenleyen AMYC’den veya BAYK’tan, röportajlarının yayımlandığı veya haberlerinin çıktığı dergilerden, gazetelerden… Ayfer Er’e sahip çıkılmasını beklemek fazla iyimserlik olur. Yine de bilgi kirliliğine karşı bir şey yokmuş gibi davranmayıp hiç olmazsa Ayfer Er diye dünyayı dolaşmış bir kadın denizcimizin olduğunu hatırlatalım…”



Cantana3 ve Göran, dünyayı dolaşmaya devam ediyorlar.  http://www.cantana3.com/ 



 Hallberg-Rassy 352

Designer Christoph Rassy / Olle Enderlein
Hull length 10.54 m / 34'9"
Length waterline 8.70 m / 28' 7''
Beam 3.38 m / 11'1
Draft 1.67 m / 5'6"
Displacement 6700 kg / 14 770 Lbs
Keel weight, iron 3 tons
Sail area with jib resp. genua 56 sq.m / 65 sq.m
Engine Volvo Penta MD 2003 Turbo 32 kW / 43 hp with 2 alternators
Fresh water 300 litres / 79 US gallon
Diesel 240 litres / 63.4 US gallon
El. windlass 60 m 10 mm chain with 23 kg CQR anchor
Solar panels 2 x 55 W
Extra generator Towing / wind
Dinghy AB hard botton
Outboard Mercury 2,5 hp
Watermaker PUR 35

devamını oku →